AK Parti Grup Başkanvekili Özlem Zengin’in “yeğen selamı” eşliğinde Konya Hakimliği’ne atanan Arif Dağhan, kurayla değil neredeyse anonsla göreve başladı. Türkiye’de artık sadece isim değil, soyadı da dikkatle takip ediliyor.
Türkiye’de adalet sistemi bazen teraziden çok mikrofona benzeyebiliyor. Geçtiğimiz günlerde yapılan Adli Yargı Hakim ve Cumhuriyet Savcısı kura töreni, alışılmışın dışında bir “aile sıcaklığına” sahne oldu.
Geleneksel kura çekiminde bu kez AK Parti Grup Başkanvekili Özlem Zengin’in mikrofonu eline almasıyla sahne daha da renklendi. Zengin’in, “Kurada hemen göremeyeceğiz ama benim yeğenim Arif Dağhan’a bir selam verelim” çıkışı, töreni düğün davetine çevirdi.
Zengin’in bu samimi ama “bağımsız yargı”ya pek de samimi görünmeyen çıkışı, sosyal medyada jet hızında yankı buldu. Bazıları “torpil mi, tesadüf mü?” derken, bazıları “bunu artık biz bile savunamayız” gibi dürüst yorumlar yaptı. Bazı kullanıcılar ise -muhtemelen yeğenin ta kendisi ve ailesi- durumu olumlu karşıladı.
Hangi okuldan mezun oldu?
Arif Dağhan, bilindiği kadarıyla -bir Twitter hesabında yazdığı üzere- hukuk eğitimini Atatürk Üniversitesi’nde tamamladı. Şanlıurfa’da stajını yaptı. 2024 sınavını kazanarak, tamamen kendi emeğiyle… ve bir miktar da kamuya açık selamlamayla Konya Hakimliği’ne atandı.
Kura sistemi her ne kadar “tesadüfi” olsa da törende yapılan anonslar, bu tesadüfün oldukça “haber değeri yüksek” hâle geldiğini gösterdi.
İnsanlar ne söyledi?
“Benim yeğenim de bir selam versin” cümlesi, ülkenin bazı kesimlerinde “ne var canım, o da insan” şeklinde karşılık buldu. Ancak başka bir kesim, “hakimlik makamı kürsüyle anons arasında kaldı” yorumunu yaptı.
Zira adaletin tarafsızlığı, sadece karar verirken değil, konuşurken de önemlidir. Ve bazen kendimize hakim olmak gereklidir.
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınmasıyla başlayan 19 Mart protestoları, kısa sürede iktidarın yargı ve toplum üzerindeki baskısına karşı kitlesel bir direnişe dönüştü. Tıpkı Franz Ferdinand suikastinde olduğu gibi, kıvılcım küçük ama yangın büyük.
Türkiye, 19 Mart 2025’te başlayan ve kısa sürede ülke geneline yayılan protesto dalgasıyla son yılların en geniş katılımlı toplumsal hareketlerinden birine tanıklık ediyor. İlk kıvılcımı, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınması yaktı. Ancak süreç, kısa sürede tek bir siyasi figürün yargılanmasını aşan, daha geniş bir adalet ve demokrasi talebine dönüştü.
Protestolar nasıl başladı?
19 Mart’ta Ekrem İmamoğlu, hakkında açılan “ihaleye fesat karıştırma, suç örgütüyle bağlantı, rüşvet” gibi suçlamalar gerekçe gösterilerek gözaltına alındı. Bu gelişme, geniş bir kesim tarafından siyasi bir operasyon olarak yorumlandı. Gözaltı kararının ardından İstanbul’un farklı semtlerinde başlayan gösteriler, saatler içinde Ankara, İzmir, Eskişehir, Bursa, Adana ve birçok kente yayıldı.
Başlangıçta “İmamoğlu’na özgürlük” sloganıyla yükselen sesler, birkaç gün içinde çok daha kapsamlı bir toplumsal talebe dönüştü.
Artık mesele sadece İmamoğlu değil
Bugün gelinen noktada sokaklarda yükselen öfke, yalnızca Ekrem İmamoğlu’na yöneltilen suçlamalara değil; toplum üzerindeki baskıya, yargı bağımsızlığına olan inanca, ifade özgürlüğüne ve iktidarın tahakkümüne karşı bir direniş olarak şekillenmiş durumda.
Protestocular, farklı siyasi görüşlerden, yaş gruplarından ve toplumsal katmanlardan geliyor. Ancak ortak nokta, “artık yeter” diyerek demokratik haklara sahip çıkma kararlılığı. Üniversite öğrencileri, akademisyenler, sendikalar, kadın örgütleri ve bağımsız gazeteciler bu hareketin içinde aktif rol alıyor.
Küçük kıvılcımdan büyük yangına
Bu sürecin başlangıcı, tarihsel bir analojiyle de yorumlanıyor. Birinci Dünya Savaşı’nın kıvılcımı, 1914’te Avusturya-Macaristan veliahtı Franz Ferdinand’ın Saraybosna’da öldürülmesi olmuştu. Ancak herkes biliyordu ki savaşın gerçek nedeni bu değildi; kıtayı saran krizler, güç savaşları ve uzun süredir bastırılan sorunlar bir patlamayı bekliyordu. Bugün Türkiye’de yaşananlar da benzer bir örnek teşkil ediyor:
İmamoğlu’nun gözaltısı yalnızca bir tetikleyici oldu. Asıl mesele, yıllardır biriken adaletsizlik, baskı ve yönetim biçimine karşı toplumun tepkisidir.
Adalet, özgürlük ve demokrasi
Protestoların bugünkü temel amacı artık çok daha net:
Yargının siyasileştirilmesine son verilmesi,
İfade ve basın özgürlüğünün sağlanması,
Demokratik kurumların yeniden işler hale gelmesi,
Toplum üzerindeki güvenlikçi ve baskıcı politikaların son bulması.
Kamuoyunda, “hukukun üstünlüğü yerine üstünlerin hukuku” algısının derinleştiği bu dönemde, protestolar bir “hukuk devleti” talebine dönüşmüş durumda.
Hükümetin tutumu ve uluslararası yankı
İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, protestoların başlamasından bu yana 1.400’den fazla kişinin gözaltına alındığını açıkladı. Hükümet, eylemleri “provokatif” olarak nitelendirirken, sokağa çıkanlara yönelik sert müdahaleler ve yargı baskısı sürüyor. Buna karşın, Avrupa Konseyi, Avrupa Parlamentosu ve birçok uluslararası kuruluş, Türkiye’deki demokratik gerilemeye dikkat çeken açıklamalar yapıyor.
Sadece sokakta değil, toplumun ruhunda bir değişim var
19 Mart protestoları, Türkiye’de uzun süredir bastırılan siyasi ve toplumsal gerilimlerin yüzeye çıkmasına neden oldu. Bu yalnızca bir eylem serisi değil, sivil direnişin yeniden doğuşu olarak da görülüyor. İktidara yönelik tepkinin, artık bireysel değil kolektif bir hafıza ve tepkiye dönüştüğü bir dönemin içindeyiz.
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AK Parti) 2002’de iktidara gelişiyle birlikte Türkiye’de siyaset dili ve iktidarın eleştirilere karşı tavrı köklü bir değişim sürecine girdi. Özellikle Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki dönemde, eleştiri çoğu zaman tehdit veya hakaret olarak algılandı, yargı, medya ve sosyal medya üzerinde giderek artan bir baskı kuruldu.
2004-2010
2004 yılında Cumhuriyet Gazetesi karikatüristi Musa Kart, Erdoğan’ı yumağa dolanmış bir kedi olarak çizdi. Açılan davada Yargıtay, siyasi figürlerin eleştiriye daha fazla katlanması gerektiğine hükmetti. 2005’te Penguen Dergisi’nin “Tayyipler Âlemi” kapağı da dava konusu oldu ancak mahkeme, ifade özgürlüğü kapsamında davayı reddetti.
Ancak yıllar ilerledikçe mizaha tahammül azaldı. Mizahçılar, sanatçılar ve eleştirel gazeteciler daha fazla hedef alınmaya başlandı. Bu dönem, Erdoğan’ın kişisel hassasiyetlerinin devlet politikalarına yansıdığı süreç olarak kayıtlara geçti.
2013-2014
2013 Gezi Parkı protestoları, iktidarın eleştiriyle mücadelesinde yeni bir döneme işaret etti. Sosyal medya iktidarın hedefi haline geldi. Erdoğan, sosyal medyayı “toplumların baş belası” ilan etti.
2014 yerel seçimleri öncesinde sosyal medyada yayılan yolsuzluk iddiaları iktidarı zorladı. Erdoğan, “Twitter mivtır, hepsinin kökünü kazıyacağız” diyerek sosyal medyaya savaş açtı. Kısa süre sonra Twitter, YouTube ve Wikipedia’ya erişim engellendi. Sosyal medya kullanıcıları, eleştirel paylaşımlar nedeniyle gözaltına alındı, yargılandı.
2014-2017
Erdoğan’ın 2014’te Cumhurbaşkanı seçilmesiyle birlikte, “Cumhurbaşkanına hakaret” davalarında patlama yaşandı. 2012-2014 arasında 412 olan dava sayısı, 2015-2017 döneminde 12 bini geçti.
Sosyal medya paylaşımları, sokak röportajları, hatta karikatürler dava konusu oldu. Karikatürist Nuri Kurtcebe hapse girdi, lise öğrencileri sanık sandalyesine oturdu. Eleştiriyi cezalandıran bu yaklaşım, ifade özgürlüğü açısından kırılma noktası oldu.
2016-2018
15 Temmuz 2016’daki darbe girişiminin ardından ilan edilen OHAL, muhalif seslere karşı baskıyı daha da artırdı. Gazeteciler tutuklandı, televizyon kanalları kapatıldı, gazeteler susturuldu.
2018’de ODTÜ mezuniyetinde Penguen’in “Tayyipler Âlemi” karikatürünü taşıyan öğrenciler gözaltına alındı. Fatih Portakal, canlı yayında yaptığı ekonomi eleştirisi nedeniyle Erdoğan tarafından tehdit edildi, hakkında soruşturma açıldı.
2020-2022
2020’de çıkarılan Sosyal Medya Yasası ile sosyal medya platformlarına Türkiye’de temsilcilik açma zorunluluğu getirildi. Ardından 2022’de, “Sansür Yasası” olarak anılan Dezenformasyon Yasası yürürlüğe girdi.
Artık sosyal medyada yapılan bir paylaşım veya bir haberi beğenmek dahi suç kapsamına alındı. Üç yıla kadar hapis cezası öngören yasa, uluslararası alanda da yoğun eleştiri aldı.
2023-2025
2023 seçim süreci, ifade ve basın özgürlüğü açısından en karanlık dönemlerden biri oldu. Muhalefeti destekleyen sosyal medya hesapları soruşturmalara maruz kaldı, gazeteciler gözaltına alındı.
Muhalif medya kuruluşlarına ağır para cezaları kesildi, ekranlar karartıldı. Gazetecilere “vatan haini” ve “terörist” suçlamaları yöneltildi, basın toplantılarında muhalif gazetecilere söz hakkı verilmedi.
İfade özgürlüğü alarm veriyor
2002’den bu yana iktidarın eleştiriye bakışı giderek sertleşti. Özellikle başkanlık sistemiyle birlikte Erdoğan’ın kendisini devletle özdeşleştirdiği söylem güçlendi.
Her eleştiri “millete ve devlete saldırı” olarak sunuldu. Sadece 2019-2022 yılları arasında 52 binden fazla kişi “Cumhurbaşkanına hakaret” suçlamasıyla yargılandı.
Eleştirel düşünceyi ve ifade özgürlüğünü zayıflatan bu süreç, Türkiye’de medya, sanat ve akademi üzerinde ciddi bir otosansür yarattı. Basın özgürlüğü endekslerinde gerileyen Türkiye, ifade özgürlüğü açısından alarm veren bir tabloya sürüklendi.
Anadolu Ajansı, tarafsız habercilikten tamamen uzaklaşarak adeta hükümetin propaganda aracına dönüştü. Özgür Özel’in İmamoğlu hakkındaki açıklamalarını görmezden gelen AA, Erdoğan’ın Nevruz ateşini yakmasını manşetlere taşıdı.
Anadolu Ajansı (AA), gazetecilik ilkelerini tamamen bir kenara bırakarak hükümetin resmi yayın organına dönüşmüş durumda. Son örnek, CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in Ekrem İmamoğlu ile ilgili yaptığı açıklamaları görmezden gelirken, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Nevruz ateşini yakmasını önemli bir haber olarak sunması oldu.
Sansürün adı: Anadolu Ajansı
Özgür Özel, İstanbul Üniversitesi’nin Ekrem İmamoğlu’nun diplomasını iptal etmesiyle ilgili sert açıklamalarda bulunarak, bu kararın siyaseten alındığını ve hukuksuz olduğunu dile getirdi. “Ekrem Başkan’ın yanındayız” diyerek kamuoyuna seslenen Özel’in bu açıklamaları, AA tarafından yok sayıldı. CHP liderinin İstanbul Saraçhane’de yaptığı konuşmalar ne AA’nın sitesinde ne de sosyal medya hesaplarında yer aldı.
AA için önemli olan ne?
Peki, aynı dönemde AA hangi haberleri “önemli” gördü? Erdoğan’ın Nevruz ateşini yakması. Evet, AA’ya göre, ülkenin en büyük kentlerinden birinin belediye başkanı hakkında tartışmalı bir yargı kararı çıkması ve ana muhalefet liderinin bu karara tepki göstermesi haber değeri taşımıyordu, ancak Erdoğan’ın bir gösteri etkinliğinde ateş yakması taşıyordu.
Tarafsızlık perdesi çoktan kalktı
Bu olay, AA’nın tarafsızlık iddiasının çoktan çöpe atıldığını bir kez daha kanıtladı. 1920’de Milli Mücadele’nin sesi olmak için kurulan ve halkın doğru bilgiye ulaşmasını sağlamakla yükümlü olan ajans, bugün yalnızca Saray’ın sesi olmaktan başka bir işlev taşımıyor. Hükümetin hoşuna gitmeyen hiçbir gelişmeyi haberleştirmeyen, ancak Erdoğan’ın her adımını büyüterek yayan bir ajansın “devlet ajansı” kimliğini sürdürmesi mümkün değildir.
Halkın ajansı değil, Saray’ın sözcüsü
AA, yalnızca muhalefetin haberlerini görmezden gelmekle kalmıyor, aynı zamanda iktidarın yanlış politikalarını meşrulaştırmaya da çalışıyor. Yoksulluk, işsizlik, enflasyon gibi halkın gerçek gündemi olan konular neredeyse hiç yer bulmazken, hükümetin propagandası manşetleri süslüyor. Üstelik AA yalnızca içerik tercihleriyle değil, kullandığı dil ve haber kurgusuyla da iktidarın çıkarlarını koruyan bir araç haline gelmiş durumda.
Basın özgürlüğü yoksa demokrasi de yoktur
Özgür basın, demokrasinin en önemli sacayaklarından biridir. Ancak Türkiye’de basın, iktidarın baskısı altında ve özellikle AA gibi devlet kaynaklarıyla desteklenen ajanslar halkı bilgilendirmek yerine, tek taraflı propaganda yapmaya yönlendirilmiş durumda. AA’nın tarafsızlıktan uzak tutumu, yalnızca basın özgürlüğünü değil, halkın bilgiye erişim hakkını da ihlal etmektedir.
Hollandalı kick boks efsanesi Rico Verhoeven, dövüş sporları dünyasında adını altın harflerle yazdırmış bir isim. Hem ringdeki başarısı hem de karizmatik kişiliğiyle tanınan Verhoeven, Glory Kickbox organizasyonunun ağır sıklet şampiyonu olarak uzun yıllardır zirvedeki yerini koruyor. İşinin En İyisi serimizde bugün “Kick boksun Kralı” var. İşte karşınızda Rico Verhoeven…
Rico Verhoeven, 10 Nisan 1989 tarihinde Hollanda’nın Bergen op Zoom şehrinde dünyaya geldi. Sporla tanışması henüz beş yaşındayken gerçekleşti. Babası, karate alanında siyah kuşak sahibi bir sporcu olduğu için Rico’nun ilk hocası oldu. Küçük yaşta Kyokushin karate ile başlayan Verhoeven, yedi yaşında kick boksa geçiş yaptı. Fiziksel yapısı ve olağanüstü yeteneği sayesinde yaşıtlarından çok daha hızlı bir gelişim gösterdi. 16 yaşına geldiğinde, büyük bedeni nedeniyle yetişkinlerle mücadele etmeye başladı ve bu, onun profesyonel kariyerinin temelini attı.
İlk profesyonel maçına 2004’te çıktı
Rico Verhoeven, dövüş dünyasına profesyonel olarak 30 Nisan 2005 yılında adım attı. İlk maçında Wilbert Dam ile karşılaşan sporcu, müsabakayı galip tamamladı. Ancak bu, onun için sadece bir başlangıçtı. Kısa sürede K-1, It’s Showtime ve Superkombat gibi prestijli organizasyonlarda boy göstermeye başladı. 2012 yılının sonunda ise kariyerinin dönüm noktası olan ve aynı yıl kurulan Glory Kickbox organizasyonuna katıldı.
Glory’de yalnızca 1 defa mağlup oldu
Glory’deki ilk ciddi sınavı, 16 katılımcılı bir turnuvada gerçekleşti. Rus dövüşçü Sergei Kharitonov’u puanla yenen Verhoeven, çeyrek finalde ise 2 metre 12 santimlik efsane Semmy Schilt’e yenildi. Bu onun Glory’deki ilk ve tek mağlubiyeti oldu.
Schilt, daha sonra turnuvayı kazanırken, Verhoeven bu maçı “kariyerinin en zorlu sınavı” olarak tanımladı.
Gökhan Saki’yi de devirdi
Rico Verhoeven’in asıl çıkış noktası, 2013 yılında Glory’nin ağır sıklet turnuvasını kazanmasıyla oldu. Chicago’da düzenlenen turnuvada yarı finalde Türk asıllı Hollandalı dövüşçü Gökhan Saki’yi, finalde ise Rumen Daniel Ghiță’yı yenerek şampiyonluk kemerini beline taktı.
21 Haziran 2014’te ise Daniel Ghiță ile bir kez daha karşılaştı ve bu kez boşta olan Glory Dünya Ağır Sıklet Şampiyonluğu ünvanını resmi olarak kazandı.
Ünvanını kazandıktan sonra hiç yenilmedi
O tarihten bu yana Verhoeven, ünvanını defalarca savundu. Errol Zimmerman, Benjamin Adegbuyi, Mladen Brestovac ve Anderson Braddock Silva gibi güçlü rakipleri birer birer devirdi. 2025 itibarıyla, Verhoeven’in kick boks kariyerinde 60’ın üzerinde galibiyet bulunuyor. Yüzde 80’in üzerindeki kazanma oranı, onun ringdeki dominasyonunu gözler önüne seriyor.
Badr Hari’yi 2 maçta da nakavt etti
Rico Verhoeven’in kariyerinde en çok konuşulan anlardan biri, Faslı kick boks efsanesi Badr Hari ile olan mücadelesiydi. 10 Aralık 2016’da Almanya’nın Oberhausen kentinde gerçekleşen Glory Collision etkinliğinde iki dev karşı karşıya geldi. Hari, maç öncesi Verhoeven’i ilk rauntta nakavt edeceğini iddia etse de, mücadele ikinci rauntta Hari’nin kol sakatlığı nedeniyle yarıda kaldı. Verhoeven, bu teknik nakavtla 50. galibiyetini elde etti.
Jamal Ben Saddik’ı da iki defa yendi
Verhoeven’in bir diğer unutulmaz rakibi, Faslı dev Jamal Ben Saddik’ti. 2011’de Ben Saddik’e yenilen Verhoeven, 9 Aralık 2017’de Glory 49’da rövanşı aldı. 2 metre 5 santim boyundaki Ben Saddik’e karşı 1 metre 96 santimlik Verhoeven, fiziksel olarak tarihin en büyük kick boks maçlarından birine imza attı. Beşinci rauntta rakibini teknik nakavtla deviren Verhoeven, ünvanını bir kez daha korudu. Bu mücadele, onun dayanıklılığını ve stratejik zekâsını kanıtladı.
Boks ve MMA’de de maçlara çıktı
Rico Verhoeven, sadece kick boksla sınırlı kalmadı. 2014’te profesyonel boksta Macar Janos Finfera’yı nakavtla yendi. 2015’te ise MMA sahnesine adım atarak Rumen Viktor Bogutzki’yi ilk rauntta mağlup etti. Ayrıca Hollywood’a göz kırpan Verhoeven, Kickboxer: Retaliation filminde küçük bir rol aldı ve 2022’de yayınlanan RICO: Dream Big adlı belgesel serisiyle hayranlarına özel hayatından kesitler sundu.
Rico Verhoeven’ın kişisel hayatı
Rico Verhoeven, eski eşi Jacky Duchenne ile evliliğinden iki kız (2011 ve 2015 doğumlu) ve bir erkek (2017 doğumlu) çocuğa sahip. Aile babası kimliğiyle tanınan Verhoeven, ringdeki sert imajının aksine sempatik ve yardımsever bir kişiliğe sahip. 2019’da Hollanda’da “En İyi Sporcu” kategorisinde The Best Social Award’u kazanan sporcu, sosyal medyada da aktif bir şekilde yer alıyor.
Kimileri onun tarzını sıkıcı buluyor
Kick boks tarihinde gelmiş geçmiş en iyi sporculardan biri olan Verhoeven’ın tarzı, kimileri için sıkıcı geliyor. Soğukkanlı duruşu, şovdan uzak yumruk ve tekmeleri epey tartışılıyor. Ringdeki hakimiyeti içinse hiçbir şey söylenemez doğrusu… Ne rakiplerinin oyununa geliyor ne de disiplininden taviz veriyor. Kick boksun amacı kazanmaksa o bunu çok iyi başarıyor. Diyecek çok da bir şey yok, o belki de kick boks tarihinin gördüğü en dominant sporcu…
2013 yılında İstanbul’un kalbinde başlayan sessiz bir eylem, tüm dünyaya yayılan bir felsefeye dönüştü.
17 Haziran 2013 günü, Taksim Meydanı’nda, Atatürk Kültür Merkezi’nin (AKM) karşısında bir adam sessizce duruyordu. Ellerini cebine koymuş, hiçbir hareket yapmadan öylece bekliyordu. Yanından geçenler merakla baktı, fotoğraflarını çekti, polisler onu izledi. Ama o durmaya devam etti.
Pasif direnişin en çarpıcı sembolü
Zaman ilerledikçe, bu basit gibi görünen eylem giderek büyüdü. İnsanlar, onun bu sessizliğinin ne anlama geldiğini sorgulamaya başladı. Duran Adam, kısa sürede bir protesto biçiminden çok daha fazlasına dönüştü; pasif direnişin, sivil itaatsizliğin ve sessiz gücün en çarpıcı sembollerinden biri haline geldi.
Yeni bir direniş biçimi
Eylemler denildiğinde akla yürüyüşler, sloganlar, barikatlar gelir. Ancak Duran Adam, hiçbir fiziksel eylemde bulunmadan, sadece var olarak sistemin karşısına dikildi. O konuşmadı ama mesajı milyonlara ulaştı. Hareket etmedi ama kitleleri harekete geçirdi. Pasif direnişin en saf hali buydu: Hiçbir şey yapmadan her şeyi anlatmak.
Sustukça daha çok duyuldu, hareketsiz kaldıkça daha çok dikkat çekti. Polis onu dağıtamıyordu, çünkü ortada fiziksel bir eylem yoktu. Sadece duruyordu.
Bu durum, hem eylemi hem de eylemin temsil ettiği felsefeyi güçlendirdi. O bir protestocu değildi; bir aynaydı. Ona bakan herkes, kendi içindeki sorularla yüzleşti:
Bu adam neden burada?
Bu sessizlik ne anlatıyor?
Biz ne yapıyoruz?
Ve belki de en önemli soru: Biz de durmalı mıyız?
Duran Adam’ın dünya çapındaki yankıları
Eylem kısa sürede uluslararası medya tarafından fark edildi. The Guardian, BBC, New York Times, Le Monde gibi büyük yayın organları bu pasif direnişi ve arkasındaki anlamı detaylı şekilde analiz etti.
2013 yılında Erdem Gündüz, TIME dergisinin “Yılın En Etkili 100 Kişisi” listesine girdi. CNN ve Al Jazeera gibi haber kanalları bu eylemi “Yeni Nesil Sivil İtaatsizlik” olarak tanımladı.
Duran Adam sadece Türkiye’de değil, Avrupa’da da yankı buldu. Berlin, Paris ve Londra gibi şehirlerde insanlar benzer şekilde durarak dayanışma gösterdi. #StandingMan etiketi altında küresel bir hareket doğdu.
Bu pasif direniş, Gandhi’nin Tuz Yürüyüşü, Rosa Parks’ın otobüs eylemi, Tiananmen Meydanı’ndaki Tank Adam ve Hong Kong’daki Şemsiye Hareketi gibi tarihi sivil itaatsizlik eylemleriyle aynı çizgide değerlendirildi.
Duran Adam felsefesi: Bugün biz ne yapıyoruz?
Duran Adam, sadece geçmişte kalmış bir olay mı? Yoksa bugün hâlâ bize bir mesaj veriyor mu?
Zaman geçtikçe, eylemin simgeselliği unutulmaya yüz tutmuş olabilir. Ama o gün duran adamdan daha önemli bir soru var:
Biz ne zaman duracağız?
Düşünmeye, sorgulamaya ve sessizliğin gücünü anlamaya ne zaman başlayacağız?
Bazı eylemler büyük ses getirir. Bazıları ise sadece bir duruşla tarihe geçer. Duran Adam, tek başına bir hareket başlatarak dünyaya unutulmaz bir ders verdi: Bazen en büyük direniş, sadece var olmaktır.
Uluslararası tanınırlığa sahip bir mafya lideri olan Necati Arabacı, Almanya’dan Türkiye’ye uzanan suç ağlarıyla dikkat çekiyor. İzmir mafyası dendiğinde akla ilk gelen isimlerden biri olan Arabacı, fuhuş, uyuşturucu ve silah kaçakçılığı gibi organize suçların içinde yer almış bir figür olarak biliniyor.
Necati Arabacı’nın ailesi Konya’nın Beyşehir ilçesine bağlı Yeşildağ köyünden geliyor. Kendisi 14 Şubat 1972’de Almanya’nın Köln şehrinde doğdu. Suç dünyasına bar fedaisi olarak giren Arabacı, Hells Angels motosiklet kulübüne katılarak organize suçlar içinde yükseldi.
Hells Angels bağlantısı
1948’de ABD’de kurulan Hells Angels, zamanla yasa dışı faaliyetleriyle tanınan bir yapıya dönüştü. Uyuşturucu ve silah kaçakçılığı, fuhuş ve şantaj gibi suçlarla anılan örgüt, dünyanın dört bir yanında etkili oldu. Türkiye’de ise bu yapının ön plana çıkması, Necati Arabacı sayesindedir.
2002’de Almanya’da başlatılan bir soruşturma sonucunda tutuklanan Arabacı, suç örgütü kurmak, gasp, fuhuş ve insan kaçakçılığı suçlarından dokuz yıl hapis cezası aldı. Hapisteyken bile karanlık işlerini sürdüren Arabacı, uyuşturucu ve fuhuş ticaretinde etkisini artırdı.
Serbest kalma ve İzmir’deki etkisi
2007’de Almanya’dan sürgün edilen Arabacı, 2010 yılında Hells Angels MC Nomads Türkiye’nin lideri oldu. Avrupa genelindeki organize suç ağını büyüttüğü iddia edilen Arabacı, 2013’te sahte Bulgar pasaportuyla Almanya’ya gizlice girdi.
2015’ten bu yana Avrupa Birliği çapında tutuklama emri bulunan Arabacı, Haziran 2018’de Türkiye’de tutuklandı, ancak delil yetersizliğinden serbest bırakıldı. 2020 ve 2023 yıllarında da tutuklansa da tekrar serbest kaldı.
Arabacı’nın Ayhan Bora Kaplan gibi isimlerle ilişkisi bulunuyor. Kaplan’ın oğlunun sünnet düğününe katılan Arabacı, Türkiye’deki organize suç dünyasıyla olan bağlarının göstergesi olarak görülüyor.
Gerçek güç nedir?
Suç ve mafya düzeni, kimi zaman güç ve para kazanmanın bir yolu olarak sunuluyor. Oysa gerçek güç; halkına ve geleceğine değer katan insanlar olmaktan geçer. Türkiye, mafya düzenine değil; eğitimli, çalışkan ve ahlaklı nesillere emanettir. Aydınlık yarınlar için suç ve kaos yerine, hukukun ve adaletin egemen olduğu bir toplum hedeflenmelidir.
Son yılların en popüler yapımlarından biri olan Squid Game, yayımlandığı günden bu yana hem eleştirmenlerden hem de izleyicilerden büyük beğeni topladı. Ancak diziyle ilgili internette dolaşan bazı söylentiler, hikâyenin gerçek bir olaydan esinlenmiş olabileceğini öne sürüyor.
Bazı Squid Game hayranlarının ortaya attığı bu iddia, 1986 yılında Güney Kore’de düzenlendiği söylenen ölümcül bir yarışmaya dayanıyor. Söylentiye göre, büyük bir ödül için yarışan katılımcılar arasında sadece kazananlar hayatta kalmış, diğerleri ise yaşamını yitirmişti.
Ancak, bu iddiaları destekleyen hiçbir somut kanıt bulunmuyor. Güney Kore basınında ya da uluslararası kaynaklarda bu tür bir olayla ilgili herhangi bir haber veya belgeye rastlanmamış. Görünen o ki bu hikâye, sosyal medya platformlarında yayılan bir şehir efsanesi olmanın ötesine geçemiyor.
Sosyal medyada paylaşılan fotoğraflar gerçek mi?
İnternette dolaşan bazı fotoğraflar, iddiaları desteklemek için öne sürülse de gerçeği yansıtmıyor. Örneğin:
Fotoğraflardan biri, bir Japon internet sitesinde mahkûmların transferi sırasında çekildiği belirtilen bir görüntü.
Başka bir görselde, Çinli sporcuların bir yarışta koştuğu görülüyor.
Çocukların yer aldığı bir başka fotoğraf ise Squid Game ile ilgisiz, tamamen farklı bir siyasi olaya dayanıyor.
Bu görsellerin hiçbiri, iddiaları destekleyen bir kanıt sunmuyor.
Dizinin yaratıcısı Hwang Dong-hyuk ne söylüyor?
Dizinin yaratıcısı Hwang Dong-hyuk, Squid Game’in tamamen kurgusal bir hikâye olduğunu defalarca dile getirdi. Hikâyenin ilham kaynaklarını ise şu şekilde sıralıyor:
Güney Kore’deki ekonomik eşitsizlikler ve borç krizleri
2009 yılında yaşanan ekonomik zorluklar
Çocukluk oyunlarının nostaljik ama gerilimli yapısı
Hwang, diziyi yazarken herhangi bir şehir efsanesinden veya gerçek olaydan esinlenmediğini, hikâyenin kendi hayal gücü ve toplumsal gözlemlerine dayandığını açıkça belirtiyor.
1986 iddiaları: Bir komplo teorisi
Squid Game’in gerçek bir hikâyeye dayandığını savunan bu tür iddialar, dizinin popülerliğini artırsa da genellikle birer komplo teorisi olmaktan öteye geçemiyor. “1986 olayı” iddiası da bu teorilerin bir parçası. İnsanlar, sıklıkla popüler dizi ve filmleri gerçek olaylarla ilişkilendirmeye çalışarak bu yapımların etkisini daha da büyütüyor.
Squid Game’in ilgi görmesinin nedeni ne?
Dizi, modern toplumda kapitalizm ve eşitsizlik gibi sorunları güçlü bir şekilde yansıtarak izleyicilerle bağ kurmayı başardı. Borç altında ezilen insanların çaresizliği, umut arayışı ve hayatta kalma mücadelesi gibi temalar, dizinin gerçekçi bir hikâye gibi algılanmasına da zemin hazırladı.
Kurgu mu, gerçek mi?
Squid Game, toplumsal gerçeklerden esinlenen ancak tamamen kurgusal bir hikâye sunuyor. “1986’da yaşanan olay” iddiaları ise hiçbir somut kanıt taşımıyor ve tamamen bir şehir efsanesi niteliği taşıyor. Yine de bu tür teoriler, dizinin popüler kültür üzerindeki etkisini ve insanlar üzerindeki güçlü izlenimini gözler önüne seriyor.
Elektrik faturalarında yeni düzenleme 1 Şubat’ta başlıyor! Aylık 417 kilowattsaat tüketimin üzerindeki aboneler artık elektriği gerçek maliyetine göre ödeyecek. Türkiye’deki bu değişikliğin etkileri tartışılırken, Almanya, Fransa ve İngiltere gibi ülkelerde uygulanan benzer modeller dikkat çekiyor. Peki, sosyal adalet ve enerji tasarrufu nasıl sağlanabilir?
Türkiye, 1 Şubat’tan itibaren elektrik faturalarında yeni bir döneme giriyor. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın açıkladığı düzenlemeye göre, aylık elektrik tüketimi 417 kilowattsaatin üzerinde olan aboneler, artık sübvansiyonlu fiyat yerine elektriği gerçek maliyetine göre ödeyecek. Bu durum, yaklaşık 1,2 milyon aboneyi doğrudan etkileyecek. Özellikle büyük evlerde yaşayan, elektrikli araç kullanan ve yüksek enerji tüketen kesimlerin bu düzenlemeden ciddi şekilde etkilenmesi bekleniyor.
Yeni düzenleme neden yapıldı?
Bakanlık, enerji sübvansiyonlarının yüksek maliyeti nedeniyle bu adımın gerekli olduğunu savunuyor. Ayrıca, yüksek tüketimi sınırlamak ve enerji verimliliğini artırmak hedefleniyor. Ancak, bu düzenlemenin ekonomik yükü artırması ve sosyal adalet açısından sorun yaratabileceği tartışılıyor. Peki, bu uygulamaya benzer durumlar başka ülkelerde nasıl işliyor?
Başka ülkelerde durum nasıl?
Almanya
Almanya, enerji fiyatlarındaki artışa karşı kapsamlı bir strateji uyguladı. Ülkede, yüksek tüketim yapan haneler için elektrik fiyatlarında artış yapılırken, düşük gelirli ailelere enerji yardımı sağlandı. Ayrıca, enerji verimliliğini artıracak projelere ciddi yatırımlar yapıldı. Örneğin, enerji tasarrufu sağlayan cihazlar için devlet teşvikleri verildi. Bu süreçte halkın bilinçlendirilmesi için de geniş çaplı kampanyalar düzenlendi.
Fransa
Fransa’da elektrik fiyatları üzerinde devlet kontrolü bulunuyor. Ancak, enerji krizleri sırasında yüksek tüketim yapan hanelerden daha fazla ücret alınarak tasarruf teşvik ediliyor. Fransa’da yenilenebilir enerji projelerine ağırlık verilmesi ve enerji tasarrufu kampanyalarıyla enerji tüketimi dengelenmeye çalışılıyor.
İngiltere
İngiltere’de enerji fiyatlarındaki dalgalanmalar, “Enerji Fiyat Tavanı” uygulamasıyla kontrol altında tutuluyor. Ancak yüksek gelirli ve fazla tüketim yapan haneler, daha yüksek fiyatlarla karşı karşıya kalıyor. Bunun yanında, enerji verimliliği sağlayan uygulamalara geçiş yapmaları için teşvik ediliyorlar.
Türkiye’nin durumu farklı mı?
Türkiye’nin enerji düzenlemesi, doğrudan yüksek tüketim yapan kesimlere yönelik olsa da, düşük gelirli vatandaşları koruma konusunda herhangi bir özel destek sunulmuyor. Almanya ve Fransa gibi ülkelerde bu tür reformlar genellikle sosyal dengeyi gözeten tedbirlerle desteklenirken, Türkiye’de sürecin bu yönü eksik kalmış görünüyor.
Türkiye’deki bu yeni düzenlemenin enerji tasarrufu ve mali sürdürülebilirlik açısından önemli hedefleri olsa da, halkın büyük bir kısmını ekonomik açıdan zorlayacağı açık. Özellikle düşük gelirli ve geniş aileler için bu düzenlemenin etkileri daha ağır olabilir. Diğer ülkelerdeki örnekler incelendiğinde, Türkiye’nin de enerji reformlarında sosyal adalet mekanizmalarını geliştirmesi gerektiği görülüyor.
Türkiye’de faaliyette olan 169 siyasi parti, demokrasi için çeşitlilik mi, yoksa siyasi enflasyon mu yaratıyor? Bu kadar partiye gerçekten gerek var mı?
Türkiye, demokratik bir ülke olarak siyasi çeşitliliğe önem veren bir yapıya sahiptir. Ancak, 2025 yılı itibarıyla faaliyette olan 169 siyasi partiyle bu çeşitlilik, bazıları tarafından bir “siyasi enflasyon” olarak değerlendiriliyor. Bu durum, “Bu kadar partiye gerçekten gerek var mı?” sorusunu akıllara getiriyor.
Demokrasi ve parti çokluğu…
Demokrasi, farklı görüşlerin temsil edilmesi ve halkın seçme hakkını kullanabilmesi için birden fazla partiyi gerektirir. Ancak, siyasi partilerin bu kadar fazla sayıya ulaşması, sistemin etkinliğini ve gerekliliğini sorgulatan bir noktaya gelmiş durumda. Mevcut tabloda, partilerin büyük bir kısmı ne mecliste temsil ediliyor ne de geniş bir tabana sahip. Çoğu, yalnızca kuruluş aşamasında kalıyor veya seçimlerde çok az oy alarak faaliyetlerini sürdürüyor.
169 parti: Gereklilik mi, karmaşa mı?
169 faal siyasi parti, vatandaşın tercihini genişletmek yerine kafa karışıklığına yol açabiliyor. Özellikle seçim dönemlerinde seçmen, küçük partilerin varlığı nedeniyle oy pusulasında yüzlerce farklı seçenekle karşılaşıyor. Bu durumun yaratabileceği olası sonuçlar şunlardır:
Siyasi görünürlük eksikliği: Birçok parti, halk arasında yeterince tanınmıyor ve geniş çaplı bir kampanya yürütme gücüne sahip değil.
Temsiliyet sorunu: Küçük partiler genellikle düşük oy oranlarına sahip olduğundan, mecliste temsil edilme ihtimalleri düşük.
Siyasi partilerin kuruluş kolaylığı
Türkiye’de siyasi parti kurmak için nispeten kolay şartlar sunulması, bu sayının artmasında önemli bir etken. Siyasi partilerin kurulabilmesi için en az 30 kişinin bir araya gelmesi ve belirli prosedürleri yerine getirmesi yeterli. Ancak, bu kolaylık çoğu zaman kalıcı ve etkili olmayan yapılar ortaya çıkarabiliyor. Partilerin birçoğu yalnızca tabela partisi olarak kalırken, aktif bir kitleye ulaşmayı başaramıyor.
Bu kadar partiye gerçekten ihtiyaç var mı?
Çok partili bir sistem, elbette demokrasinin sağlıklı işlemesi için önemlidir. Ancak, bu kadar fazla partinin varlığı, demokrasiye zarar verme riski de taşır. Türkiye’de siyasi partilerin büyük bir kısmı, benzer ideolojilere sahip oldukları halde birleşmek yerine ayrı partiler kurarak bölünmüş bir yapı oluşturuyor. Bu durum, siyasi gücün dağılmasına ve etkili politikaların uygulanmasının zorlaşmasına neden oluyor.
Alternatif bir yaklaşım: Konsolidasyon
Mevcut durumun daha etkin bir hale getirilebilmesi için partiler arasında konsolidasyon, yani birleşmelerin teşvik edilmesi bir çözüm olabilir. Benzer ideolojilere sahip partilerin bir araya gelmesi:
Daha güçlü bir siyasi alternatif yaratır,
Mecliste temsil edilmeyi kolaylaştırır.
Seçmenin gözüyle: Karmaşa ve güvensizlik
Bu kadar çok partinin varlığı, seçmende güvensizlik yaratabilir. Halk, yalnızca seçim döneminde adını duyduğu veya herhangi bir ciddi politika üretmeyen partilere karşı mesafeli bir tavır sergileyebilir. Bu durum, uzun vadede demokrasiye olan inancın zayıflamasına neden olabilir.
Az ve öz daha etkili olabilir
169 siyasi partinin varlığı, demokrasi adına zengin bir görüntü sunsa da, uygulamada büyük bir etkinlik sorununa yol açıyor. Daha az ama güçlü partilerin varlığı, siyasetin daha etkili işlemesini ve halkın temsil edilmesini kolaylaştırabilir. Bu nedenle, siyasi partilerin kurulması ve faaliyet göstermesiyle ilgili kriterlerin gözden geçirilmesi, Türk demokrasisinin daha sağlıklı işlemesi için önemli bir adım olabilir.
Demokrasinin temel taşlarından biri olan siyasi partiler, yalnızca varlıklarıyla değil, ürettikleri politikalar ve halk üzerindeki etkileriyle değerlidir. Türkiye’nin geleceği, bu yapıyı daha etkin ve sade bir hale getirmekten geçebilir.
Bu site birtakım çerezler kullanır
En iyi deneyimleri sunmak için, cihaz bilgilerini saklamak ve/veya bunlara erişmek amacıyla çerezler gibi teknolojiler kullanıyoruz. Bu teknolojilere izin vermek, bu sitedeki tarama davranışı veya benzersiz kimlikler gibi verileri işlememize izin verecektir. Onay vermemek veya onayı geri çekmek, belirli özellikleri ve işlevleri olumsuz etkileyebilir.
Fonksiyonel
Her zaman aktif
Teknik depolama veya erişim, abone veya kullanıcı tarafından açıkça talep edilen belirli bir hizmetin kullanılmasını sağlamak veya bir elektronik iletişim ağı üzerinden bir iletişimin iletimini gerçekleştirmek amacıyla meşru bir amaç için kesinlikle gereklidir.
Tercihler
Teknik depolama veya erişim, abone veya kullanıcı tarafından talep edilmeyen tercihlerin saklanmasının meşru amacı için gereklidir.
İstatistik
Sadece istatistiksel amaçlar için kullanılan teknik depolama veya erişim.Sadece anonim istatistiksel amaçlar için kullanılan teknik depolama veya erişim. Mahkeme celbi, İnternet Hizmet Sağlayıcınızın gönüllü uyumu veya üçüncü bir taraftan ek kayıtlar olmadan, yalnızca bu amaçla saklanan veya alınan bilgiler genellikle kimliğinizi belirlemek için kullanılamaz.
Pazarlama
Teknik depolama veya erişim, reklam göndermek için kullanıcı profilleri oluşturmak veya benzer pazarlama amaçları için kullanıcıyı bir web sitesinde veya birkaç web sitesinde izlemek için gereklidir.
En iyi deneyimleri sunmak için, cihaz bilgilerini saklamak ve/veya bunlara erişmek amacıyla çerezler gibi teknolojiler kullanıyoruz. Bu teknolojilere izin vermek, bu sitedeki tarama davranışı veya benzersiz kimlikler gibi verileri işlememize izin verecektir. Onay vermemek veya onayı geri çekmek, belirli özellikleri ve işlevleri olumsuz etkileyebilir.