Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yeni yasama dönemi açılışı yapıldı. Fotoğraflar da ardı ardına geldi. Fakat bazı kareler var ki irdelemek gerekiyor.
Örneğin bir karede, Cumhurbaşkanı Erdoğan altın işlemeli rahat görünen bir koltukta merkezde oturuyor; etrafında ise yıllar önce AK Parti’den koparak muhalefet saflarına geçen iki lider: Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu ve DEVA Partisi Genel Başkanı Ali Babacan.
İki lider de Erdoğan’ın neredeyse diz mesafesi yakınında. Tebessümler, minik onaylama hareketleri eşliğinde çaylar servis edilmiş. Diğer isimler önlerindeki sehpadan çay içmek isteseler, eğilerek almak zorunda kalırlar ancak Sayın Erdoğan’ın sehpası tam da kol mesafesinin hizasında. Görünen o ki kimse bunu önemsememiş.
Tabii ki siyasi olarak muhalif konumda olan isimlerin bu tür törensel fotoğraflarda verdiği görüntüler meşrudur; diplomatik nezaket, Meclis’in teamülleri veya siyasi olgunluk çerçevesinde değerlendirilebilir.
Ancak sorun da tam olarak burada başlıyor… Meşruiyet ile normalleşme arasındaki çizgi, bu coğrafyada çoğu zaman kolayca silinebiliyor.
Altın işlemeli koltuk, bir sembol olarak orada duruyor. Tabiri caizse diğer taburelerin yanında parıltısıyla sadece bir protokol düzenini değil, aynı zamanda bir güç asimetrisini de temsil ediyor.
Bu kare, halkın yaşadığı ekonomik sıkıntıların gölgesinde, halktan kopmuş bir yönetim tarzını simgelemiyor mu? Sembol çok tanıdık değil mi? Saray estetiğinin sade vatandaşla kurduğu mesafeli ilişki değil mi bu?
Peki ya eski yol arkadaşları? Erdoğan’ın geçmişte “dava arkadaşım” dediği isimlerin şimdi aynı karede ama farklı niyetlerle bulunması… Eleştirdikleri yönetim tarzı tam merkezde otururken suskun kalmaları, toplumun aklında ister istemez bazı sorular doğuruyor.
Bu görüntü bir zaruret mi, bir strateji mi yoksa gönüllü bir yakınlaşma mı? Gelecek Partisi için normalleşme sürecinde bu görüntülerin hayra yorulması gerekirmiş… DEVA Partisi için haksızlıklara, hukuksuzluklara, yolsuzluklara ve hırsızlıklara karşı mücadeledeki kararlılık içinmiş…
Siz istediğiniz gibi davranın. Size sonraki seçimde oy verecekler mi sanıyorsunuz? Siz normalleşin. Sizin normalinizi biz istemiyoruz. Siz kararlı olun. Bizlerin kararsızlığı bile sizden daha samimi.
Size “normalleşme” ve “kararlılık” gibi gelen bu fotoğraf, bize teslimiyetin göstergesi gibi geliyor.
Daha dün muhalefete başladınız, bugün iktidara teslim olun.
Modern çağda bilgi bolluğu ve belirsizlik içinde sıkışan birey, karar vermeden önce bir değil, yüzlerce kez düşünüyor. Ancak bu sorgulama hali faydadan çok zarar getirebilir. Uzmanların “overthinking” yani aşırı düşünme olarak tanımladığı bu durum, yalnızca zihinsel yorgunluk değil, anksiyete, depresyon ve karar felcine kadar birçok sorunu da beraberinde getiriyor. Peki neden bu kadar çok düşünüyoruz? Bu düşünceler nasıl yönetilebilir? Ve özellikle Türkiye’de gençler neden overthink’e daha yatkın?
Zihni susturamamak: Overthinking nedir?
Overthinking, bir konu üzerinde sürekli, yoğun ve çoğu zaman olumsuz biçimde düşünme eğilimidir. Bu düşünce hali çözüm üretmekten çok, geçmişte yapılanları ya da gelecekte olacakları tekrar tekrar sorgulamakla karakterizedir. İki temel türü vardır:
Ruminasyon (geçmişteki olayları aşırı analiz etme)
Worry (gelecekte olabilecekleri sürekli düşünme, endişelenme)
Amerikan Psikoloji Derneği (APA), overthink’i “kronik düşünsel döngü” olarak tanımlar ve bunun zihinsel sağlığı zayıflattığını vurgular.
Bilimsel gerçekler: Aşırı düşünmek beyni nasıl etkiliyor?
Overthink, beynin karar alma, dikkat ve duygusal düzenleme merkezlerinde aşırı yük oluşturur. Özellikle:
Prefrontal korteks aşırı aktif hale gelir, bu da karar verme sürecini uzatır.
Kortizol (stres hormonu) seviyeleri artar, bu da uzun vadede bağışıklık sistemini baskılar.
Uyku problemleri, dikkat eksikliği ve enerji düşüklüğü görülür.
University of Michigan (2013) tarafından yapılan bir araştırmada, aşırı düşünmeye yatkın kişilerin depresyona girme riskinin %45 daha yüksek olduğu saptanmıştır.
Türkiye’de overthink gerçeği: Kararsızlık, kaygı ve gelecek belirsizliği
Türkiye’de özellikle genç nüfus arasında aşırı düşünme oranı hızla artıyor. Bunun başlıca nedenleri arasında:
İşsizlik ve gelecek kaygısı: Gençler, üniversite mezunu olduktan sonra bile belirsizliğin içinde karar veremiyor.
Aile baskısı ve toplumsal beklentiler: Hayatın her aşamasında “yanlış yapmamalısın” mesajı, bireyleri sürekli zihinsel sorgulama haline sokuyor.
Sosyal medya etkisi: “Sürekli karşılaştırma” bireyin kendine olan güvenini sarsıyor.
Ipsos’un 2023 tarihli Türkiye Gençlik Araştırması’na göre, 18-25 yaş arası bireylerin %72’si “bir konuda karar almadan önce uzun süre düşündüğünü” ve “sıklıkla pişmanlık yaşadığını” belirtti.
Overthinking belirtileri: Normal düşünceden nasıl ayırt edilir?
Aşağıdaki belirtiler sizde sık görülüyorsa, “sağlıklı düşünme” çizgisini aşıp overthink döngüsüne girmiş olabilirsiniz:
Geçmişte yaptığınız hataları sürekli tekrar düşünmek
“Ya şöyle olursa?” sorusunu sürekli sormak
En küçük kararda bile uzun süre kararsız kalmak
Karar verdikten sonra pişmanlık hissiyle boğuşmak
Gece uyku saatinde zihninizi susturamamak
Zihin neden susmaz: Bilim ne diyor?
Gece yatağa yatıldığında beynin susmaması, aynı konunun defalarca düşünülmesi ya da düşünmek istenmemesine rağmen zihnin düşünmeye devam etmesi birçok insanın sıkça yaşadığı bir durumdur. Bilim insanları bu durumların nedenlerini net biçimde açıklıyor:
• Journal of Anxiety Disorders’da yayımlanan bir araştırmaya göre, insanların %73’ü zaman zaman aşırı düşünce döngülerine kapıldığını belirtiyor. • Cognitive Therapy and Research dergisinde yer alan bulgular ise mükemmeliyetçilerin %60’ının overthinking’e daha yatkın olduğunu ortaya koyuyor.
Ayrıca belirsizlik korkusu, geçmişte yaşanan travmalar, düşük öz saygı ve kontrol ihtiyacı da bu döngünün en yaygın besleyicileri arasında yer alıyor.
Overthinking döngüsünü kırmak mümkün mü?
Evet, bilimsel olarak önerilen bazı yöntemler var:
Mükemmeliyetçilikle yüzleşmek: Sürekli en iyisini yapma arzusu, kararları zorlaştırır. “Yeterince iyi” çoğu zaman yeterlidir.
Mindfulness (Farkındalık): Anda kalmayı öğrenmek, düşünce döngüsünü kırmada etkilidir.
Fiziksel Aktivite: Spor, yürüyüş gibi aktiviteler endorfin salgılayarak zihinsel yükü azaltır.
Sosyal Medya Detoksu: Karşılaştırma ve tetikleyici içeriklerden uzaklaşmak faydalıdır.
Profesyonel destek: Overthinking, anksiyete ve depresyonla bağlantılı olabilir. Uzman desteği bu döngüyü kırmada etkilidir.
Düşüncelerinizin esiri değil, rehberi olun!
Overthinking, modern çağın en görünmez zihinsel engellerinden biridir. Sessizce başlar, fark edilmeden derinleşir. Düşünmek, analiz etmek elbette değerlidir; ancak sürekli geçmişte ya da gelecekte yaşamak, bugünü kaçırmamıza neden olur. Türkiye’de özellikle genç nüfusta hızla yaygınlaşan bu eğilim, toplumun üretkenliğini, karar alma becerilerini ve ruh sağlığını tehdit ediyor. Giderek artan bu zihinsel yorgunluk hali, bireysel farkındalık ve psikolojik destekle yönetilebilir. Zihninizdeki ses susmuyorsa, belki de artık onu dinlemek yerine yönlendirme zamanı gelmiştir.
Fiyatların düşmesi, özellikle yüksek enflasyon dönemlerinden geçen toplumlar için kulağa cazip gelebilir. Ancak bu durum, her zaman tüketici lehine işlemez. Ekonomide fiyatların genel düzeyde ve uzun süreli olarak gerilemesi, deflasyon olarak tanımlanır ve aslında ciddi bir ekonomik durgunluk sinyali olabilir. Talebin azalması, üretimin yavaşlaması, yatırımların durması ve işsizliğin artması gibi birçok zincirleme etkisi bulunan deflasyon; ülkelerin ekonomik sağlığını tehdit eden, çoğu zaman fark edilmesi geç kalan bir kriz türüdür. Bu yazıda, deflasyonun ne anlama geldiğini, nasıl ortaya çıktığını ve özellikle Türkiye gibi gelişmekte olan ekonomiler için nasıl bir risk oluşturduğunu detaylı biçimde ele alıyoruz.
Deflasyon nedir? Fiyat düşüşü neden tehlikelidir?
Deflasyon, genel fiyat seviyesinin sürekli olarak düşmesi anlamına gelir. Ancak bu durum, alışverişin ucuzlamasından çok daha fazlasıdır. Ekonomide talebin daraldığını, yatırımın yavaşladığını, tüketici güveninin azaldığını gösterir. Ücretlerin düştüğü, işsizliğin arttığı ve ekonomik durgunluğun derinleştiği bir sürecin habercisidir.
Ekonomist Irving Fisher’ın 1930’lardaki Büyük Buhran döneminde ortaya koyduğu “borç-deflasyon teorisi”ne göre, fiyatlar düştükçe borçların reel değeri artar ve bu da ekonomik toparlanmayı zorlaştırır.
Deflasyonun nedenleri: Fiyatlar neden kalıcı olarak düşer?
Deflasyonun arkasında birçok etken olabilir. Bunlar arasında:
Tüketici talebinde düşüş: İnsanlar harcama yapmaktan kaçındıkça firmalar satış yapamaz ve fiyatları düşürmek zorunda kalır.
Yatırım azlığı: Güvensiz ortamda şirketler yatırım yapmaz, üretim daralır.
Para arzındaki daralma: Merkez bankalarının piyasaya yeterli likidite sağlayamaması deflasyonu tetikleyebilir.
Teknolojik verimlilik: Bazı durumlarda maliyetlerin düşmesiyle fiyatlar kalıcı olarak aşağı çekilebilir; bu “iyi huylu deflasyon” olarak bilinir. Ancak bu nadirdir.
Tarihten örnekler: Japonya’nın “Kayıp on yılı” ve büyük buhran
Japonya:
1990’larda Japon ekonomisi, patlayan varlık balonu sonrası uzun süreli deflasyon sürecine girdi. Fiyatlar düştü, insanlar harcamayı bıraktı, şirketler yatırım yapmadı. 1991-2001 yılları arasında Japonya’da yıllık enflasyon çoğu zaman negatife düştü. Ekonomi durgunlaştı ve bu döneme “Kayıp on yıl” adı verildi.
Büyük Buhran (ABD, 1930’lar):
Amerika Birleşik Devletleri’nde 1929’daki büyük borsa çöküşünün ardından yaşanan deflasyonist spiral, işsizlik oranlarını %25’e kadar çıkardı. Tüketim düştü, üretim azaldı, bankalar iflas etti.
Türkiye’de deflasyon tehlikesi var mı?
Türkiye’de son yıllarda ekonomi yüksek enflasyonla gündeme geliyor. Ancak bazı dönemlerde, özellikle belirli sektörlerde ya da baz etkisiyle geçici deflasyon benzeri durumlar yaşandı.
2009 Küresel Krizi sonrası, Türkiye’de bazı aylarda negatif enflasyon oranları görüldü. Örneğin, 2009 Mart ayında TÜFE (Tüketici Fiyat Endeksi) bir önceki aya göre %0,02 geriledi.
2023 sonrasında baz etkisiyle bazı aylarda yıllık enflasyonda sert düşüşler yaşansa da, bu süreklilik kazanmadığı için henüz deflasyon olarak adlandırılmadı.
Merkez Bankası’nın en büyük korkularından biri, aşırı parasal sıkılaşmanın ardından talep daralmasıyla birlikte ekonominin ani şekilde yavaşlamasıdır. Bu durum, kontrollü enflasyondan deflasyona geçiş riski oluşturabilir.
Deflasyonun ekonomiye etkileri
Tüketici davranışları bozulur: Tüketiciler fiyatların daha da düşeceğini düşünerek harcamalarını erteler. Bu da talebi daha da düşürür: Kısır döngü başlar.
Üretim ve yatırım azalır: Satışlar azaldığı için işletmeler üretimi kısar, işçi çıkarır. İşsizlik artar.
Borçların yükü artar: Deflasyon ortamında nominal gelirler düşerken borçlar sabit kalır. Bu da hem hanehalkı hem de şirketler için mali baskıyı artırır.
Borsa ve gayrimenkul çökebilir: Deflasyonist beklentiler, varlık fiyatlarını da aşağı çeker. Özellikle hisse senetleri ve konut piyasası darbe alır.
Deflasyonla mücadele yöntemleri
Merkez bankalarının faiz indirimleri: Para politikasının gevşetilmesiyle tüketim ve yatırım canlandırılır.
Kamu harcamalarının artırılması: Altyapı yatırımları gibi kamu harcamalarıyla talep desteklenebilir.
Negatif faiz politikaları: Japonya ve Avrupa Merkez Bankası gibi kurumlar zaman zaman eksi faiz uygulamasına gitmiştir.
Helikopter para: Merkez bankalarının doğrudan halka para dağıtarak tüketimi teşvik etmesi, radikal ama tartışmalı bir yöntemdir.
Fiyatlar değil, güven düşerse kriz başlar!
Deflasyon, görünüşte masum bir kavram gibi algılansa da uzun vadede ekonomiyi durma noktasına getiren, istihdamı düşüren, tüketimi yok eden bir tehdittir. Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde yüksek enflasyon kadar deflasyon riski de dikkatle izlenmeli, para ve maliye politikaları bu dengeye göre şekillendirilmelidir. Unutulmamalıdır ki, sadece fiyatların düşmesi değil, ekonomik güvenin kaybolması asıl tehlikedir.
Enflasyon neden kalıcı hale geldi? Geçici denilen fiyat artışları neden yıllara yayıldı? Ekonomistlerin uyardığı yapısal dinamikler Türkiye özelinde nasıl etkiler yaratıyor? Bu araştırma yazısı, Türkiye’de enflasyonun temel nedenlerini ve çözüm yollarını derinlemesine inceliyor.
Enflasyon nedir, neden önemlidir?
Enflasyon, mal ve hizmet fiyatlarının genel düzeyinde sürekli artış anlamına gelir. Yüksek enflasyon, sadece fiyatları değil; gelir dağılımını, yatırım kararlarını ve toplumsal huzuru da etkiler. Türkiye, son 5 yılda kronikleşme eğilimi gösteren yüksek enflasyon süreciyle mücadele ediyor.
2021’den bu yana yıllık enflasyon çoğu zaman %30’un üzerinde seyretti. 2024 sonu itibarıyla %37 civarında olan enflasyon, Merkez Bankası’nın %5’lik hedefinden oldukça uzak.
Enflasyonun derin nedenleri neler?
Para politikası güvenilirliğinin zayıflaması Uzun süre düşük faiz politikasıyla devam eden ekonomi yönetimi, enflasyon beklentilerini bozan bir süreci tetikledi. Merkez Bankası’nın bağımsızlığının sorgulanması, piyasada güven kaybına yol açtı.
Döviz kuru bağımlılığı Türkiye’nin üretim modeli, ithal girdiye dayalı. Ara malı ve enerji ithalatı nedeniyle döviz kuru yükseldikçe maliyetler artıyor. Kur şokları, kısa sürede tüketici fiyatlarına yansıyor.
Kamu harcamaları ve bütçe disiplini Seçim dönemlerinde artan kamu harcamaları, bütçe açıklarını büyütüyor. Bu da para arzının artmasına ve enflasyonist baskının yükselmesine neden oluyor.
Beklentilerin bozulması Hane halkı ve işletmeler, fiyatların sürekli artacağını beklediğinde, fiyat belirleme davranışı da değişiyor. Bu, “kendi kendini gerçekleştiren” bir enflasyon döngüsüne yol açıyor.
Yapısal çözümler mümkün mü?
Ekonomistler, enflasyonla mücadele için şu adımların kritik olduğunu vurguluyor:
Bağımsız ve öngörülebilir para politikası
Verimliliğe dayalı üretim modeli
Tarımsal ve sanayi altyapısının güçlendirilmesi
Kamuda harcama disiplini ve şeffaflık
İyi yönetişim ve yargı bağımsızlığı
Bu reformlar, kısa vadede maliyetli olabilir ancak uzun vadede kalıcı fiyat istikrarı için şart.
Uluslararası örnekler ne gösteriyor?
1990’larda yüksek enflasyonla mücadele eden Brezilya, yapısal reformlar ve güçlü para politikasıyla bu süreci aşabildi. Doğu Avrupa ülkeleri, AB uyum süreciyle birlikte fiyat istikrarını sağlayabildi.
Türkiye’nin önünde de benzer bir yol haritası mümkün. Ancak siyasi irade, toplumsal uzlaşı ve ekonomik yönetişim kalitesi bu sürecin belirleyicisi olacak.
Geçici çözümlerle kalıcı sorunlar aşılmaz!
Enflasyon, sadece ekonomik bir sorun değil, toplumsal güveni ve refahı sarsan bir yapısal krizdir. Bu nedenle geçici çözümlerle değil, bütüncül reformlarla mücadele edilmesi gerekir. 2025’te olduğu gibi, 2026’da da bu konunun Türkiye’nin en büyük ekonomik gündemlerinden biri olacağı şimdiden açık.
Öğretmenlik, gazetecilik, doktorluk, askerlik… Hepimizin kulağında çınlayan o klasik söz: “Her meslek kutsaldır.”. Peki ya bu kutsiyet mesleğe mi aittir yoksa o mesleği icra eden insanın vicdanına, ahlakına ve sorumluluğuna mı? Gelin birlikte inceleyelim…
Toplumda “kutsal meslek” tanımı genellikle görevi toplum yararına olan, hayati risk içeren veya eğitim-öğretimle doğrudan ilgili alanlara verilir. Ancak son yıllarda gerek medyada gerekse mahkemelerde ortaya çıkan skandallar bu genellemeyi sorgulatıyor.
Bir öğretmen öğrencisini istismar ettiğinde meslek mi suçlu olur, yoksa kişi mi?
Bir doktor hastasına yanlış teşhis koyup ölümüne neden olduğunda tıp mı sorgulanmalı, yoksa o doktorun yeterliliği mi?
Skandallarla sarsılan kutsal ünvanlar?
Öğretmenlik:
Geçtiğimiz günlerde yaşanan bir olayda öğretmen öğrencisine ağza alınmayacak laflar söylemiş ve darbetmişti. İstanbul’da görev yapan öğretmenin, öğrencilerine fiziksel şiddet uyguladığı görüntüler sosyal medyada gündem olmuş ve öğretmen adliyeye sevk edilmişti.
Tabi Mahmut Hoca gibi mesleğini çok iyi yapan öğretmenler de vardır ancak bu öğretmenliğin kutsal olduğunu ortaya koymaz. Ancak mesleği kötü yapanlar mesleğin kutsal olmadığını ortaya koyar. Kısacası öğretmenlik kutsal değildir, onu yapan iyi öğretmenler kutsaldır.
“Bir insanın mesleği değil, insanlığı kutsaldır.”
Doktorluk:
Geçtiğimiz yıllarda sahte rapor düzenleyen ve ilaç yazımı üzerinden devleti dolandıran bazı doktorlar hakkında açılan davalar, hekimliğin kutsiyetini sorgulatmıştı. Bu da yetmezmiş gibi kamuoyunda “Yenidoğan Çetesi” olarak bilinen grup da bebeklere yapmadıklarını bırakmayarak mesleğin kutsal olmadığını bir defa daha gözler önüne sermişti.
Hakikat mi, rant mı?
Basın özgürlüğüyle gurur duymamız gereken bir çağda, birçok gazeteci çıkar odaklarına hizmet eder hâle geldi. Şirketlerin PR ajansları gibi çalışan medya mensupları “halkın haber alma hakkı”nı unuttu. Ancak aynı sektörde hâlâ tehditlere rağmen gerçeği yazan gazeteciler de var. Bu durumda gazetecilik değil, bazı gazeteciler, işini iyi yapan meslek erbapları kutsaldır.
“Kalemin sustuğun yerde, yalan konuşur.”
Emre itaat mi, vicdana sadakat mi?
Askeri disiplinin içinde bireysel vicdanın ne kadar yeri var? Emre itaat ederken insanlıktan çıkmanın eşiğine gelen askerlere dair örnekler, özellikle darbe girişimleri sonrası sıkça tartışıldı. Buna karşın, hayatı pahasına sivilleri koruyan Mehmetçikler de aynı üniformayı taşıyor. Askerliği kutsal yapan şehitlik mertebesine ulaşmaktır. Anca bir bütün olarak askerlik kesinlikle kutsal bir meslek değildir.
Araştırmalar gösteriyor ki, halkın gözünde mesleklere duyulan güven kişiden kişiye değişiyor. Yapılan bir araştırmada oranlar şöyle:
Meslek
“Güveniyorum” diyenlerin oranı
Öğretmen
%73
Doktor
%68
Gazeteci
%42
Polis
%51
Avukat
%39
Buradaki düşüşler, bireysel davranışların toplumun algısını doğrudan etkilediğini gösteriyor. Kutsallık, mesleğin değil, o mesleği yapan bireyin sorumluluk bilincinde saklı.
Ünvan kutsal kılmaz
Her mesleğin içinde iyiler de vardır kötüler de. Her doktor insanı yaşatmaz, her gazeteci gerçeği yazmaz. Her öğretmen çocukları sevmez, her asker halkı korumaz. Ama bazıları öyle iyi yapar ki işini, kutsallık onların duruşuna yapışır.
Kutsal olan meslek değil, insanın o mesleğe kattığı ruhtur.
Kutsal olan kimdir?
Hiçbir meslek doğuştan kutsal değildir. Hepsi maaş karşılığında yapılan, karşılığı ödenen işlerdir. İmamlık da kutsal değildir, doktorluk da… Temizlik görevlisinin işi ne kadar onurluysa, hâkim veya savcınınki de o kadar onurludur. Ne eksik ne fazla.
Herkes işini yapıyor. Hepsi farklı üniformalar altında çalışan kişiler. Ve hepsi, ay sonunda yatan maaş için çalışıyor. Parasıyla alınan hizmetlerin kutsallığından söz etmek, marketten alınan ekmeği “kutsal nimet” sanmak gibidir. Evet, ekmek değerlidir ama o ekmeği fırından çıkaran ustanın niyeti aç doyurmak değil, geçimini sağlamaktır. Ya da bir taksiye binip seni gideceğin yere bırakan şoförü “kutsal yol gösterici” ilan etmeye benzer. Aynı doktor gibi, öğretmen gibi, hâkim gibi…
Gerçek kutsallık mı? Sizin için geceleri uykusuz kalan, karşılıksız bakan, yeri geldiğinde kendi lokmasından kesen insanlardadır. Anne ya da baba dediğiniz kişilerdedir. Ama dikkat: Annelik ya da babalık kurumu değil, sizin anneniz ve babanız kutsaldır. O da belki…
Ekonomi; yalnızca cebimizi değil, ruh halimizi de etkiliyor. Bir ülkenin ekonomik refahı, bireylerin günlük yaşam kalitelerinden gelecek beklentilerine kadar pek çok alanda belirleyici rol oynuyor. Peki, ekonomik göstergelerdeki dalgalanmalar insan mutluluğu üzerinde gerçekten bu kadar etkili mi? Uzman görüşleri, bilimsel araştırmalar ve küresel verilerle bu soruya yanıt arıyoruz.
Ekonomik refah ve mutluluk arasındaki doğrudan bağlantı
Ekonomi ile mutluluk arasındaki ilişkiyi inceleyen en kapsamlı araştırmalardan biri, Gallup ve World Happiness Report tarafından her yıl yayımlanıyor. Bu raporlarda görüldüğü üzere, kişi başına düşen milli gelir arttıkça, mutluluk düzeyi de yükseliyor. Dünya Mutluluk Raporu 2024 verilerine göre, kişi başı gelir düzeyi yüksek olan ülkeler (örneğin Finlandiya, Danimarka, İsviçre) genellikle en mutlu ülkeler listesinde üst sıralarda yer alıyor. Bu durum, ekonomik güvenliğin bireylerin yaşam doyumunu artırdığını gösteriyor.
İşsizlik, enflasyon ve stres düzeyleri
Ekonomik krizlerin birey üzerindeki etkisi sadece maddi değil, aynı zamanda psikolojiktir. Özellikle işsizlik oranlarının yükseldiği dönemlerde depresyon ve kaygı bozuklukları da artış gösteriyor. OECD tarafından 2022’de yapılan bir araştırma, uzun süreli işsizliğin bireylerin yalnızca ekonomik güvencesini değil, sosyal ilişkilerini ve özgüvenini de zedelediğini ortaya koydu. Aynı zamanda yüksek enflasyon oranları da halkın satın alma gücünü düşürerek geleceğe dair umutsuzluğu körüklüyor.
Toplumsal güven ve ekonomik belirsizlik
Ekonomik istikrarsızlık, sadece bireyleri değil, toplumun genel güven duygusunu da zedeliyor. Kriz dönemlerinde insanlar sadece bireysel değil, toplumsal düzeyde de daha karamsar hale geliyor.
Yale Üniversitesi’nin 2021 tarihli bir çalışması, ekonomik belirsizlik dönemlerinde insanların sosyal kurumlara (devlet, adalet, medya) olan güvenlerinde ciddi düşüşler yaşandığını ortaya koydu. Bu durum da bireylerin aidiyet hissini ve sosyal uyumunu azaltıyor.
Ekonomik büyüme yeterli mi? Mutluluğun diğer etkenleri
Her ne kadar ekonomik refah, mutluluk üzerinde etkili olsa da tek belirleyici değildir. Eğitim, sağlık hizmetlerine erişim, sosyal adalet ve kişisel ilişkiler de mutluluğun önemli bileşenleri arasında yer alır. Harvard Üniversitesi’nin 75 yıl süren “Grant Study” araştırması, insanları en çok mutlu eden faktörün “iyi insan ilişkileri” olduğunu ortaya koymuştur. Ekonomik refah bu ilişkileri besleyebilir, ancak tek başına yeterli değildir.
Türkiye örneği: Ekonomi ve toplumsal ruh hali
Türkiye’de son yıllarda artan enflasyon, döviz kurlarındaki dalgalanmalar ve hayat pahalılığı, toplumun genel ruh halini olumsuz etkiliyor. TÜİK’in yaşam memnuniyeti araştırmalarına göre, son 5 yılda “mutlu” olduğunu beyan eden bireylerin oranında belirgin bir düşüş yaşandı. Ayrıca, gençler arasında yapılan saha araştırmaları da ekonomik gelecek kaygısının, yurt dışına göç etme isteğini artırdığını gösteriyor. Bu da toplumsal aidiyet ve uzun vadeli umutlar üzerinde negatif etkiler yaratıyor.
İyi bir ekonomi, mutlu bir toplumun temelidir!
Ülkenin ekonomik durumu, bireylerin mutluluğu üzerinde doğrudan ve dolaylı etkiler yaratır. İyi bir ekonomi bireyleri sadece maddi olarak değil, psikolojik ve sosyal anlamda da güçlendirir. Ancak, gerçek ve sürdürülebilir mutluluk için ekonomik refahın, adalet, eşitlik, eğitim ve sağlıklı sosyal ilişkilerle desteklenmesi gerekir.
2011 yılında hayatını kaybeden televizyon sunucusu ve oyuncu Defne Joy Foster’ın, Fethullah Gülen’e yönelik “FETÖ” ifadesini kullanan ilk kişi olduğu iddiası yeniden gündeme geldi. Ancak uzman analizler ve sosyal medya kayıtları, söz konusu paylaşımın Foster’a ait olmadığını gösteriyor. Öte yandan Foster’ın ailesi, ölümünün şüpheli olduğunu ve FETÖ bağlantısı olabileceğini savunuyor.
2005-2011 yılları arasında ağırlıklı olarak eğlence ve magazin dünyasında yer alan Defne Joy Foster, kamuoyunda siyasi açıklamalarıyla tanınan bir figür değildi. Kendi adına kayıtlı sosyal medya hesaplarında Fethullah Gülen veya Gülen cemaati hakkında herhangi bir paylaşım bulunmuyor. Ancak Foster’ın, Gülen’e “FETÖ” diyen ilk kişi olduğu yönündeki iddia sosyal medyada yıllar sonra yeniden dolaşıma girdi.
Sahte tweet tartışması
İddiaların merkezinde, Foster’ın ölümünden yaklaşık üç hafta sonra -21 Şubat 2011 tarihinde- Twitter’da “FETÖ” ifadesiyle atılmış bir tweet yer alıyor. Bu paylaşım, Ankara’nın eski Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’in tepkisini çekmiş ve “Terbiyeni takın, Gülen’e FETÖ diyemezsin” şeklinde bir yanıtla karşılık bulmuştu. Ancak sonrasında yapılan doğrulamalar, Gökçek’in cevap verdiği hesabın Foster’a ait olmadığını ortaya koydu.
Ekşi Sözlük kullanıcılarının ve doğrulama platformlarının incelediği verilere göre, söz konusu tweet Defne Joy Foster’ın vefatından sonra açılan sahte bir hesap tarafından paylaşılmıştı. Foster’ın resmi Twitter hesabında bu tarz bir siyasi içerik bulunmuyor. “Doğruluk Payı” platformu da yaptığı analizde, söz konusu mesajın Foster adına açılmış sahte bir hesaptan atıldığını, Melih Gökçek’in buna yanıt verdiğini ve tweetin zamanlaması itibarıyla Foster’ın sağlığında atılamayacağını tespit etti.
Ailesinden çarpıcı iddialar
Foster’ın vefatı sonrası en çok konuşulan konulardan biri de ölümünün arkasında başka güçlerin olup olmadığıydı. 2016 yılında, darbe girişiminin ardından Beyaz TV’de konuşan sanatçı Nihat Doğan, Foster’ın “FETÖ dediği için öldürülmüş olabileceğini” öne sürdü. Aynı programa katılan Foster’ın annesi Hatice Foster ve teyzesi de, Defne Joy’un bu ifadeyi kullandığını doğrulayarak, ölümünün araştırılması gerektiğini savundu.
Anne Foster, 2017 yılında yaptığı açıklamada, “Kızımın ölümüne FETÖ’cüler sebep oldu” diyerek dönemin hâkim ve savcılarını suçladı. Soruşturmayı yürüten bazı adli görevlilerin ve olay sırasında evde bulunan Kerem Altan’ın, daha sonra FETÖ üyeliğinden tutuklanmış olması da bu iddiaları güçlendirdi.
Ölümü şüpheliydi
Defne Joy Foster’ın ölüm nedeni resmî kayıtlara göre astım ve kalp krizi olarak geçse de, olay yerindeki ihmaller ve soru işaretleri kamuoyunda tartışılmaya devam ediyor. Foster’ın annesi, kızının ölümünde Kerem Altan’ın sorumluluğu olduğunu, ambulans çağırmak yerine dışarı çıkmasının ölümle sonuçlandığını öne sürdü.
Tüm bu gelişmeler, Foster’ın ölümünün sıradan bir sağlık krizinden ibaret olmayabileceği yönündeki kuşkuları diri tutuyor. Ancak hâlâ somut bir delil ya da yargı kararı bulunmaması nedeniyle, iddialar kesinlik kazanmaktan uzak.
İddia doğru değil
Kısacası, kamuoyunda sıkça dile getirilen “FETÖ tweeti” iddiasının gerçeği yansıtmadığı ortaya konmuş durumda. Ancak Foster’ın ailesi, ölümünün ardındaki sır perdesinin aralanması gerektiğini ve olayın yeniden soruşturulmasını talep ediyor.
İstanbul, yaklaşık 16 milyon nüfusuyla büyük bir metropol ve beklenen “Büyük İstanbul Depremi”nin tehdidi altında. Olası bir depremde şehrin farklı ilçeleri, zemin yapısı, bina stoğu ve altyapı hazırlığı açısından farklı seviyelerde riskler barındırıyor. Bu raporda İstanbul’un tüm ilçelerini gerek tek tek gerek risk gruplarına göre, depreme karşı durumlarıyla ele alıyoruz. Bilgiler, jeolojik zemin özellikleri, yapı stoğunun dayanıklılığı, kentsel dönüşüm çalışmaları ve acil durum altyapısı başlıkları altında, AFAD ve İBB gibi resmi kurumların güncel verilerine dayanarak sunulmuştur.
Jeolojik yapı ve zemin türleri ne?
İstanbul’un depremselliği büyük ölçüde jeolojik konumundan kaynaklanır. Şehir, Kuzey Anadolu Fay Hattı (KAF)’nın Marmara Denizi’nden geçen koluna yakın konumdadır. Resmi raporlara göre İstanbul, Türkiye’nin deprem riski en yüksek şehirlerinden biri olarak geçer; KAF’ın aktif segmentleri kentin yaklaşık 15-20 km güneyinden Marmara Denizi içinden uzanır. Özellikle Marmara Denizi içindeki Kumburgaz fay segmenti, İstanbul’un batısında Büyükçekmece açıklarından sadece 15 km mesafede geçmektedir. Bu yakınlık, fay üzerinde oluşacak büyük bir depremde İstanbul kıyılarının çok şiddetli sarsıntıya maruz kalabileceğini gösterir.
Zemin özellikleri ilçeler bazında önemli farklılık gösterir. Genel olarak, kıyı kesimler ve alüvyon zeminli bölgeler deprem dalgalarını büyüterek daha şiddetli sarsıntıya yol açabilirken, sağlam kaya zeminli bölgeler sarsıntıyı nispeten azaltır. Uzmanlar özellikle Avcılar, Küçükçekmece, Büyükçekmece gibi alüvyon zeminlerden oluşan ilçelerde zeminin riskli olduğuna dikkat çekmektedir. Bu ilçeler, eski dere yatakları veya kıyı ovaları üzerinde kurulu olduğundan, zeminin sıvılaşma ve şiddetli dalga büyütmesi potansiyeli yüksektir. Nitekim 1999 İzmit depreminde Avcılar’daki ağır hasarın başlıca nedeni zeminin yumuşak yapısı olarak raporlanmıştır. Benzer şekilde, Zeytinburnu ve Fatih’in Marmara kıyısına yakın mahalleleri ile Bakırköy’ün sahil kesimleri de tarihsel dolgu alanlar ve yumuşak zeminler içerir. Bu bölgelerde zemin, güçlü sarsıntılarda adeta sıvı gibi davranarak bina temellerini destekleyemez hale gelebilir (zemin sıvılaşması). Anadolu Yakası’nda da Maltepe ve Kartal ilçelerinin sahil şeridi benzer alüvyonik zemin yapısıyla risk taşır. Örneğin, Maltepe’de deniz doldurularak kazanılmış alanlar ve Kartal’da eski dere ağızları bulunur.
Buna karşılık, kuzey yakaları ve dayanıklı zeminli semtler daha avantajlı konumdadır. Sarıyer, Beykoz, Şile, Çatalca gibi İstanbul’un kuzeyindeki ilçelerde toprak yapısı genellikle daha sert kayalardan oluşur. Bu ilçeler, Marmara’daki fay hattına daha uzak olup şehir merkezine kıyasla daha az şiddetli sarsıntı yaşama eğilimindedir. Örneğin, Sarıyer’in tepeleri ve Beykoz’un kayalık arazileri üzerinde yer alan yapılar, zeminin sağlam oluşu sayesinde güneydeki alüvyon arazilere göre deprem dalgalarından daha az etkilenebilir. Yine de bu bölgelerde de vadi tabanları veya dolgu olan kıyı kesimleri varsa dikkat edilmelidir.
Marmara Denizi kıyısındaki ilçeler (Avcılar’dan Tuzla’ya kadar uzanan sahil şeridi), doğrudan fay hattına yakınlıkları ve zemin yapı özellikleri nedeniyle en yüksek sismik tehlikeye sahip bölgeler olarak öne çıkar. Avrupa yakasında Silivri, Büyükçekmece, Beylikdüzü, Avcılar, Küçükçekmece, Bakırköy, Zeytinburnu, Fatih, Anadolu yakasında Tuzla, Pendik, Kartal, Maltepe, Kadıköy ve Adalar ilçeleri bu Marmara hattı üzerinde yer alır. Bu ilçelerde zeminin büyük bölümü denizel çökeller, dolgu alanlar veya göl kenarı birikintilerinden oluştuğu için deprem anında şiddetli sarsıntı ve zeminde kayma/sıvılaşma riski yüksektir. Adalar (Prens Adaları) ilçesi de doğrudan fayın üzerinde sayılabilecek bir konumdadır; küçük yüzölçümü ve eski yapı stoğu ile büyük depremde ağır hasar görebileceği uzmanlarca belirtilmektedir.
İç kesimler ve yüksek bölgeler ise nispeten daha iyi zemine sahip olabilir ancak yapılaşmanın yoğunluğu burada belirleyici olacaktır. Örneğin, Üsküdar ve Beşiktaş gibi ilçelerin tepeleri sağlam zemine sahip olsa da bu ilçelerin deniz kıyısındaki bazı mahalleleri (örneğin Dolmabahçe ve Salacak civarı gibi dolgu alanlar) yine risk altındadır. Beyoğlu ve Şişli ilçeleri genelde tarihî yarımadanın karşısındaki yükseltilerde kurulmuştur; zeminleri kayalık ve serttir, ancak bu ilçelerde başka sorun (bina yaşı) öne çıkar. Özetle, İstanbul’da zemin güvenliği ilçeden ilçeye değişmekte; özellikle Avcılar, Küçükçekmece, Zeytinburnu, Fatih, Maltepe, Kartal gibi yumuşak zeminli ve fay hattına yakın bölgeler en riskli zemin koşullarına sahip ilçelerdir. Sarıyer, Beykoz, Şile, Çatalca gibi kuzey ve kayalık zeminli ilçeler ise sarsıntıyı daha az büyütmeleri ve faydan uzaklıkları sayesinde görece daha güvenli zemin profili sergiler.
Yapı stoğu çok önemli
İstanbul’un deprem riskini belirleyen en kritik faktörlerden biri de yapı stoğunun dayanıklılığı ve binaların yaşıdır. Şehirde özellikle 1999 yılı öncesinde inşa edilmiş çok sayıda bina bulunmaktadır. 1999’daki Marmara depremi ve ardından geliştirilen yeni deprem yönetmelikleri, binaların inşaat kalitesinde bir dönüm noktası olsa da İstanbul genelinde eski yönetmeliklere göre yapılmış on binlerce bina halen kullanımdadır.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin (İBB) 2023 yılında yaptığı kapsamlı bina taramasına göre, şehir genelinde yaklaşık 207 bin yapının deprem açısından riskli olduğu tespit edilmiştir. Bu riskli yapıların üçte birine yakını (yaklaşık %30’u) şaşırtıcı bir şekilde 2000 yılı sonrasında yapılmış binalardır. Yani yalnızca çok eski binalar değil, nispeten yeni tarihlerde inşa edilmiş yapıların bile önemli bir bölümü güvenli değil. Bu durum, geçmişte bazı yapıların mevzuata uygun inşa edilmediğini veya denetim eksikliklerini ortaya koymaktadır.
Riskli binaların ilçelere dağılımına baktığımızda, belirli bölgelerde yoğunlaştığı görülüyor. İBB raporuna göre tespit edilen tüm riskli binaların %40’ı, şehrin batı kesimindeki sadece üç ilçede bulunuyor. Bu en riskli üç ilçe: Esenyurt, Küçükçekmece ve Büyükçekmece olarak belirtilmiştir. Söz konusu üç ilçede toplam 2 milyondan fazla insan yaşamaktadır. Bu ilçelerin öne çıkmasında birden fazla etken var: Esenyurt, 2000’lerden sonra çok hızlı ve yoğun konutlaşmanın yaşandığı bir ilçe olup, denetimsiz yapılaşma sorunlarıyla anılıyor; çok katlı apartmanların bazıları yeni olsa da inşaat kalitesi tartışmalı. Küçükçekmece, hem 90’lı yıllardan kalma kooperatif yapıları hem de eski gecekondu bölgelerinin sonradan dönüşmesiyle heterojen bir yapı stoğuna sahip; özellikle Küçükçekmece Gölü çevresindeki mahallelerde zemin riskine ek olarak eski binalar bulunuyor. Büyükçekmece ise geniş yüzölçümüne yayılmış, bir kısmı kırsal ve müstakil yapılardan oluşan bir ilçe; görece daha az nüfuslu olmasına rağmen eski yapı oranı yüksek ve zemin yapısı (Küçükçekmece’nin batısındaki alüvyonlar, delta bölgeleri) risk getiriyor.
Riskli bina sayısının yüksek olduğu diğer ilçeler arasında Avcılar, Bağcılar, Gaziosmanpaşa, Zeytinburnu, Fatih, Bahçelievler, Bayrampaşa gibi yoğun ve eski yerleşim bölgeleri de bulunuyor. Örneğin, Avcılar 1999 depreminde büyük hasar alan binaların halen bir kısmını barındırıyor ve belediye verilerine göre ilçede yüzlerce yapı “acil yıkılacak” raporu almış durumda. Fatih (tarihî yarımada) ilçesi, yapı stoğu olarak oldukça yaşlı; pek çok bina 50 yılın üzerinde ve geleneksel yöntemlerle yapılmış. Her ne kadar çoğu 4-5 katlı eski apartman veya tarihi eser niteliğinde yapılar olsa da bu binalar modern deprem yönetmeliklerine göre inşa edilmediği için risk altında. Zeytinburnu, 2000’lerin başında pilot mikro-bölgeleme çalışmalarının yapıldığı ilk ilçelerden biri olmuş ve araştırmalar ilçedeki binaların önemli bölümünün yüksek risk taşıdığını göstermiştir. Günümüzde Zeytinburnu’nda kentsel dönüşüm ile yenilenen siteler olsa da eski yapı oranı hâlâ kayda değerdir. Bağcılar, Güngören, Esenler gibi Avrupa yakasının iç kısımlarındaki ilçeler de 1980’ler ve 90’larda hızlı kentleşmiş, çok katlı betonarme binalarla dolmuştur; bu yapılardan özellikle ilk yapılanlar mühendislik hizmeti almadan inşa edilmiş olabildiği için risk grubundadır.
Öte yandan, yeni gelişen ilçelerde durum biraz daha iyi olmakla birlikte, tamamen sorunsuz değildir. Başakşehir, Ataşehir, Ümraniye, Çekmeköy, Sancaktepe gibi 2000 sonrası gelişen veya ilçe statüsü kazanan bölgelerde, yapı stoğunun büyük kısmı yeni yönetmeliklere uygun inşa edilmiş sitelerden oluşur. Bu ilçelerde planlı gelişim ve görece sağlam binalar ön plana çıkar. Örneğin Ataşehir’de Finans Merkezi çevresinde yükselen gökdelenler ve siteler son teknolojiye uygun yapılardır; Başakşehir’deki toplu konutlar ve siteler de deprem yönetmeliklerine uygun inşa edilmiştir. Ancak bu bölgelerde dahi, inşaat kalitesine bağlı riskler tamamen ortadan kalkmış değil. Nitekim İBB’nin riskli yapılar listesinde, 2000 sonrası yapılmasına rağmen kusurlu malzeme veya işçilik nedeniyle riskli raporu alan binalar tespit edilmiştir. Bu da, kentsel dönüşümün sadece eski yapıları değil, kalitesiz yeni yapıları da kapsaması gerektiğine işaret ediyor.
İBB’nin çalışmaları ve uzman değerlendirmeleri gösteriyor ki, İstanbul genelinde olası büyük bir deprem yaklaşık 5 milyon İstanbulluyu doğrudan etkileyecek düzeyde hasara yol açabilir. Bu öngörü, riskli binalarda yaşayabilecek kişi sayısına dayandırılıyor. Bu nedenle, yapı stoğunun yenilenmesi ve güçlendirilmesi hayati önem taşıyor.
Kentsel dönüşüm projeleri nerelerde yapıldı?
Deprem riskini azaltmanın en somut yolu, dayanıksız yapı stoğunu güvenli hale getirmektir. İstanbul’da 2012 yılında çıkarılan “Kentsel Dönüşüm Yasası” (6306 sayılı yasa) ile riskli binaların tespit edilip yıkılarak yeniden yapılmasının önü açıldı. O tarihten bu yana, hem Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı (eski adıyla Çevre ve Şehircilik Bakanlığı) hem de İstanbul Büyükşehir Belediyesi çeşitli kentsel dönüşüm projeleri yürütüyor. Bu projelerin amacı, eski ve dayanıksız yapıların yerine depreme dayanıklı yeni yapılar kazandırmak ve böylece can kaybı riskini azaltmak.
Yapılan çalışmalar: Son yıllarda İstanbul genelinde on binlerce konut kentsel dönüşüm kapsamında yenilendi. Resmi açıklamalara göre, şehir genelinde bugüne kadar yüz binin üzerinde konut ve işyeri riskli yapı statüsünde yıkılıp yeniden yapılmıştır. Özellikle Bağcılar, Esenler, Gaziosmanpaşa, Kağıthane, Üsküdar gibi ilçelerde mahalle bazlı dönüşüm projeleri gerçekleştirilmiştir. Uzmanlar, İstanbul için kentsel dönüşümün en acil çözüm olduğunu vurgulamaktadır. Zira mevcut yapı stoğunun güçlendirilmesi veya yenilenmesi, beklenen depremin yaratacağı hasarı minimize etmek için kritik görülüyor.
Örnek dönüşüm alanları:
Kadıköy (Fikirtepe): İstanbul’da özel sektör destekli en büyük kentsel dönüşüm projelerinden biri Fikirtepe’dir. Bu semtteki eski ve düşük kaliteli binalar yerine modern yüksek yapılar inşa edilmektedir. Proje yıllar alsa da büyük oranda tamamlanmış ve binlerce yeni konut teslim edilmiştir. Amaç, Kadıköy’ün bu bölgesinde depremde yıkılma riski taşıyan gecekondu tipi eski yapı bırakmamaktır.
Gaziosmanpaşa: İlçede birkaç mahalle, Toplu Konut İdaresi (TOKİ) öncülüğünde yıkılıp yeniden yapıldı. Bağlarbaşı ve Sarıgöl gibi mahallelerde eski yapıların yerine daha sağlam konut blokları yükseldi.
Esenler: Deprem riskine karşı en kapsamlı planın uygulandığı ilçelerden biridir. Esenler’de “Rezerv Yapı Alanı” ilan edilen bölgede yaklaşık 60 bin konutluk yeni bir uydu şehir kurulması planlanmıştır. Bu konutların bir kısmı, riskli bölgelerden taşınacak halk için kullanılacak. Böylece hem Esenler içindeki eski yapılar yenileniyor hem de diğer ilçelerden gelen hak sahipleri için güvenli konutlar üretiliyor.
Zeytinburnu: 2003 yılında pilot mikro-bölgeleme projesiyle İstanbul’da ilk defa zemin ve bina analizlerinin detaylı yapıldığı ilçe olan Zeytinburnu’nda, özellikle Beştelsiz Mahallesi civarında dönüşüm projeleri hayata geçirildi. Riskli olduğu belirlenen bazı siteler yıkılıp yerinde yeni binalar yapıldı. İlçede halen bireysel bazda eski binaların yıkılıp yenilenmesi (müteahhitler eliyle kat karşılığı) yoğun şekilde sürüyor.
Bayrampaşa (Kentsel Dönüşüm Alanı): Sağmalcılar bölgesinde eski yapı stoğunu yenilemek üzere kentsel dönüşüm ilan edildi, bazı bloklar yenilendi.
Kartal: 2019 yılında Kartal-Orhantepe Mahallesi’nde meydana gelen bir bina çökmesi (Yeşilyurt Apartmanı faciası) sonrası Kartal’da acil şekilde binalar tarandı. Bu olay, ilçede riskli binaların dönüşümünü hızlandırdı. Kartal’da şu anda çok sayıda eski bina bina bazında yenileniyor. Özellikle sahile yakın mahallelerde ve Yakacık çevresinde kentsel dönüşüm görülüyor.
Üsküdar (Kirazlıtepe): Boğaziçi’ne nazır bu bölgede, Çamlıca Tepesi çevresindeki gecekondu mahalleleri dönüştürülüyor. Depreme dayanıksız, kaçak yapılardan oluşan bu mahallede yeni konut projeleri yükseldi.
Dönüşümün durumu: Her ne kadar birçok proje yürütülse de İstanbul ölçeğinde halen dönüştürülmeyi bekleyen binlerce riskli bina var. 2023 itibarıyla resmi makamlar İstanbul’da 600 bine yakın riskli konut birimi olduğunu ifade etmiş ve önümüzdeki 5 yılda en az 200 bininin acilen dönüştürüleceğini açıklamıştır. Özellikle 6 Şubat 2023’te yaşanan Kahramanmaraş depremlerinin ardından İstanbul’da dönüşüm seferberliği daha da hız kazanmıştır. Devlet, “Yüzyılın Dönüşümü” sloganıyla finansman ve mevzuat desteği sağlarken; İBB de kendi imkanlarıyla kentsel dönüşüm ofisleri kurarak vatandaşlara teknik ve maddi yardım sunmaktadır. KİPTAŞ ve Emlak Konut gibi kuruluşlar aracılığıyla bazı bölgelerde vatandaşın rızasıyla yerinde dönüşüm projeleri başlamıştır.
Ancak süreç bazı zorluklarla da karşılaşıyor: Mülkiyet problemleri, hak sahiplerinin anlaşamaması, finansman yetersizlikleri ve kiracıların durumu gibi konular dönüşümü yavaşlatabiliyor. Yine de genel kanı, büyük İstanbul depremine karşı yapıları hızla güçlendirmenin veya yenilemenin kaçınılmaz olduğu yönündedir. Uzmanlar, başka çare olmadığı ve en etkin çözümün kentsel dönüşüm olduğu konusunda hemfikirdir. Önümüzdeki birkaç yıl, bu alanda atılacak adımlar İstanbul’un afetlere dayanıklılığı açısından belirleyici olacaktır.
Acil durum hazırlıkları yapıldı mı?
Büyük bir deprem anında ve sonrasında altyapının ayakta kalması ve acil durum organizasyonu hayati önem taşır. İstanbul’da bu kapsamda hem fiziksel altyapı (yollar, köprüler, enerji hatları, su ve gaz şebekeleri) hem de kurumsal hazırlıklar gözden geçirilmekte, güçlendirilmektedir.
Toplanma alanları: Deprem sonrası halkın güvenli şekilde bir araya gelebileceği acil toplanma alanları şehir genelinde belirlenmiştir. AFAD ve İBB’nin birlikte yürüttüğü çalışma sonucu mahalle aralarındaki parklar, okul bahçeleri, stadyumlar, boş arsalar gibi binlerce açık alan toplanma noktası olarak ilan edilmiştir. 1999 depremi sonrasında İstanbul’da büyük, merkezi toplanma alanları belirlenmiş ancak geçen yıllar içinde bir kısmı imara açıldığı için kamuoyunda endişe oluşmuştu. Günümüzde bu açığı kapatmak adına küçük ölçekli de olsa çok sayıda yeni toplanma noktası tanımlandı. Resmi verilere göre İstanbul’da 5 bine yakın toplanma alanı mevcuttur. Bunların toplam alanı kişi başına yeterli olmadığı için eleştiriler olsa da her mahallede birkaç nokta olacak şekilde dağılım hedeflenmiştir. Özellikle büyük parklar kritik önemde: Örneğin Yenikapı Miting Alanı (Fatih) ve Maltepe Sahil Dolgu Alanı, Avrupa ve Anadolu yakalarında yüz binlerce kişiyi barındırabilecek geniş çadırkent kurulumu için planlanmıştır. Ayrıca, 15 Temmuz Şehirlerarası Otogar (Bayrampaşa) gibi büyük tesislerin açık alanları da acil durum lojistik merkezleri olarak değerlendirilecektir.
İtfaiye ve kurtarma teşkilatı: İstanbul İtfaiyesi, Türkiye’nin en büyük itfaiye teşkilatıdır ve deprem gibi felaketlere müdahale için özel eğitimli ekipleri vardır. Şehrin hemen her ilçesinde birden fazla itfaiye istasyonu bulunacak şekilde teşkilatlanma yapılmıştır. İtfaiye birimleri, AFAD’ın arama-kurtarma timleriyle koordineli olarak çalışmaktadır. AFAD İstanbul İl Müdürlüğü bünyesinde ve gönüllü kuruluşlarda (AKUT gibi) yüzlerce eğitilmiş arama kurtarma personeli ve aracı deprem anında göreve hazırdır. Ayrıca, mahalle düzeyinde Mahalle Afet Gönüllüleri (MAG) programı ile sivillerin ilk müdahaleyi yapabilmesi için eğitimler verilmiştir. Bu sayede, yollar kapanıp profesyonel ekipler ulaşana kadar mahalle bazında temel arama-kurtarma ve ilkyardım yapılabilecektir.
Hastaneler ve sağlık altyapısı: İstanbul’da son yıllarda birçok büyük hastane yenilendi veya güçlendirildi. Örneğin Okmeydanı Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Göztepe Şehir Hastanesi, Kartal Dr. Lütfi Kırdar Hastanesi tamamen yıkılıp deprem izolatörlü olarak yeniden inşa edildi. Cerrahpaşa ve Çapa (İstanbul Üniversitesi’nin tıp fakültesi hastaneleri) kampüslerinde de yeniden inşa süreci devam ediyor – bu sayede depremde hizmet verebilecek modern hastane binaları hedefleniyor. Anadolu yakasında Koşuyolu Kalp Hastanesi, Marmara Üniversitesi Pendik Eğitim Araştırma Hastanesi gibi kritik sağlık tesisleri depreme karşı güçlendirilmiş durumda. Ayrıca kentin çevresinde yapılan İkitelli (Başakşehir) Şehir Hastanesi ve Kartal Şehir Hastanesi gibi dev kampüsler, olası bir afet durumunda yaralıların tedavisi için büyük kapasite sağlayacak şekilde planlandı. Bununla birlikte, sağlık personelinin afet eğitimi, hastanelerin acil durum planları da güncelleniyor. Her hastane için deprem anında tahliye, seyyar hastane kurma, sevk zinciri gibi konularda planlar mevcut.
Ulaşım ve lojistik altyapı: Köprüler, viyadükler ve ana arterlerin depremde hasar görmemesi için 2000’li yılların başında Japon iş birliğiyle (JICA projesi) İstanbul’daki birçok köprü ve üst geçit güçlendirildi. 15 Temmuz Şehitler Köprüsü ve Fatih Sultan Mehmet Köprüsü gibi Boğaz köprüleri 1999 sonrası takviyelerle daha dayanıklı hale getirildi. Metro ve tramvay sistemleri de deprem sensörleriyle donatılmıştır; olası sarsıntıda trenlerin güvenli şekilde durması planlanmaktadır. İstanbul Havalimanı (Arnavutköy’de) fay hatlarına uzaktır ve depremde operasyon merkezine dönüşebilecek kapasitededir. Sabiha Gökçen Havalimanı ise Pendik’te olası Marmara depreminden etkilenebilecek bir konumda olsa da pist ve terminalleri yeni yapılmıştır ve gerekli önlemler alınmıştır. Şehirdeki yakıt depolama tesisleri, doğal gaz dağıtım hatları da gözden geçirildi; İGDAŞ (İstanbul Gaz Dağıtım AŞ) ana gaz vanalarına otomatik kesme sistemleri yerleştirdiğini, deprem anında gazı keseceğini açıklamıştır. Bu, deprem sonrası yangın riskini azaltmayı hedefleyen önemli bir adımdır.
Acil durum koordinasyonu: İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı AKOM (Afet Koordinasyon Merkezi) ve Valilik bünyesindeki İl Afet ve Acil Durum Müdürlüğü (AFAD İstanbul), olası bir büyük deprem için koordinasyon planlarını hazır tutmaktadır. AFAD’ın İstanbul İl Afet Risk Azaltma Planı (İRAP) kapsamında ilçeler lojistik destek bölgelerine ayrılmış ve her birine belirli sayıda geçici barınma merkezleri planlanmıştır. Bu planlara göre, deprem sonrası ilk 72 saatte arama-kurtarma, sağlık, beslenme ve barınma hizmetlerinin ilçelere hızlıca ulaştırılması için koordinasyon sorumluları ve araç-gereç stokları önceden tanımlanmıştır. Örneğin, şehrin Anadolu yakası ve Avrupa yakası için ayrı lojistik depolama alanları oluşturulmuş, buralarda çadır, battaniye, gıda, su, ilaç gibi malzemeler hazır bulundurulmaktadır.
Toplanma alanlarında halkın temel ihtiyaçlarını karşılamak üzere konteyner bazlı geçici yaşam merkezleri kurulması planlanıyor. İBB, bazı büyük park ve stadlara sahra mutfakları ve su depoları yerleştirmek için hazırlık yaptı. Ayrıca iletişim altyapısını ayakta tutmak için mobil baz istasyonları ve uydu telefonları tedarik edildi. İtfaiye, polis ve sağlık birimleri arasında telsiz iletişiminin kesintisiz sürmesi için yedek sistemler bulunuyor.
Genel olarak, İstanbul’un altyapı ve acil durum planlamasında son yıllarda önemli iyileştirmeler yapıldı. Ancak şehrin büyüklüğü ve nüfus yoğunluğu dikkate alındığında, bu hazırlıkların ne derece yeterli olacağı büyük deprem gerçekleştiğinde belli olacak. Uzmanların ortak görüşü, en kötü senaryoya göre hazırlık yapmak ve hiçbir detayı ihmal etmemek gerektiği yönünde.
Risk değerlendirmeleri ne söylüyor?
İstanbul’un deprem güvenliği konusunda pek çok resmi çalışma ve senaryo mevcut. AFAD, İBB ve üniversiteler çeşitli raporlar yayınlayarak riskli bölgeleri ve alınması gereken önlemleri vurguluyorlar. Bu raporların ortak noktası, İstanbul genelinin yüksek deprem tehlikesi altında olduğu gerçeğidir.
Türkiye Deprem Tehlike Haritası (2018) verilerine göre, İstanbul’un büyük bölümü en üst düzey deprem tehlike bölgesinde yer almaktadır. Beklenen Marmara depreminde şehir genelinde hesaplanan ivme değerleri, özellikle sahile yakın güney ilçelerde çok yüksektir (0.40g ve üzeri). AFAD’ın değerlendirmesi, İstanbul’un 2. ve 3. derece deprem bölgesi kategorisinde olduğunu belirtir ki bu, şehir merkezlerinin büyük bir kısmının şiddetli sarsıntı yaşayacağını gösterir. Bir başka deyişle İstanbul, Türkiye’de deprem riski en büyük olan illerden biridir.
AFAD’ın senaryo çalışmaları: Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesi ve AFAD iş birliğiyle hazırlanan olası deprem senaryolarında, İstanbul’da 7.5 büyüklüğünde bir deprem varsayılmıştır. Bu senaryoya göre, şehirde on binlerce binada ağır hasar meydana geleceği öngörülüyor. Özellikle Avcılar, Fatih, Zeytinburnu, Küçükçekmece, Bayrampaşa, Bahçelievler gibi ilçelerde binaların hatırı sayılır kısmının ya yıkılacağı ya da kullanılamaz derecede hasar alacağı belirtiliyor. Esenyurt, Esenler, Bağcılar, Gaziosmanpaşa gibi nüfusu çok yoğun ilçelerde de bina sayısı fazla olduğundan, hasarlı bina adedi yüksek çıkıyor. Senaryolarda, en az 50-60 bin civarında binanın ağır/yıkık, 100 binden fazlasının ise orta hasarlı olabileceği değerlendiriliyor. Bu, yüz binlerce insanın evsiz kalması anlamına geliyor.
Can kaybı ve yaralı sayısı tahminleri de resmi planlarda yer alıyor: AFAD’ın İl Afet Müdahale Planı içinde, olası bir büyük depremde İstanbul’da on binlerce can kaybı yaşanabileceği, yüzbinlerce yaralı olabileceği öngörüsü bulunuyor. Elbette bu rakamlar en kötü senaryoya göre ve mevcut önlemler alınmazsa geçerli. Amaç, bu senaryolardan ders çıkararak kayıpları en aza indirmek.
İBB’nin 2020 çalışmaları da risk dağılımını ortaya koyuyor. İBB, her ilçe için etkilenecek bina ve nüfus tahminlerini yayınladı. Örneğin bu raporlara göre Avcılar ilçesinde binaların yaklaşık %36’sı, Fatih’te %30’u ağır veya orta hasar riski taşıyor. Sarıyer, Çatalca gibi ilçelerde bu oran %5’in altında kalırken, Tuzla, Pendik gibi Anadolu yakası sahil ilçelerinde %20’lere yaklaşıyor. Bu veriler, riskin ilçelere göre nasıl değiştiğini sayısal olarak da destekliyor.
Riskli mahalleler listesi: AFAD, İstanbul için “Kırmızı Eylem Planı” adıyla riskli mahalleleri dahi belirlemiş durumda. Örneğin Maltepe ilçesinde Cevizli, Bağlarbaşı, Fındıklı, Esenkent, Gülsuyu gibi mahalleler; Pendik’te Kavakpınar, Velibaba, Kaynarca mahalleleri; Avcılar’da Ambarlı, Cihangir, Denizköşkler mahalleleri risk önceliği yüksek bölgeler olarak listelenmiştir. Bu listeler, hangi mahallede kentsel dönüşüm ve altyapı yatırımlarına öncelik verileceğini gösteren önemli bir rehberdir. İstanbul geneline bakıldığında, riskli mahallelerin önemli bir kısmı zemini kötü olan kıyı veya vadi bölgelerinde ve yapı stoğu eski olan kenar semtlerde toplanmaktadır.
Uzman uyarıları: Deprem konusunda önde gelen bilim insanları, İstanbul’da ciddi önlemler alınmazsa sonuçların çok ağır olacağı yönünde sık sık uyarılarda bulunuyor. Örneğin Prof. Dr. Naci Görür, olası İstanbul depreminin vereceği zararın, 2023’te büyük yıkıma yol açan 11 ildeki deprem felaketinin toplamından bile fazla olabileceğini ifade etmiştir. Bu çarpıcı uyarı, İstanbul’un risk potansiyelini gözler önüne sermektedir. Zira İstanbul hem nüfus yoğunluğu hem de ekonomik değerleriyle, tek başına büyük bir bölgeye denk düşüyor. Benzer şekilde, Prof. Dr. Okan Tüysüz, Prof. Dr. Şükrü Ersoy gibi uzmanlar da Marmara Denizi’ndeki fayın hareketlenmesinin artık yakın olduğunu ve önümüzdeki yıllarda büyük depremin beklenmesi gerektiğini belirtiyorlar. Bu uyarılar resmi planlarla da örtüşüyor: İRAP ve Türkiye Afet Risk Azaltma Planı, İstanbul’u öncelikli risk azaltma bölgesi ilan etmiş durumda.
Sonuç olarak, İstanbul ilçeleri bazında yapılan bu değerlendirme gösteriyor ki her ilçe kendi koşullarıyla depremden etkilenme potansiyeline sahip. En yüksek riskli ilçeler genelde Marmara kıyısında, zemini zayıf ve yapı stoğu eski olanlar (Avcılar, Fatih, Zeytinburnu, Küçükçekmece, Bakırköy, Maltepe, Kartal vb.) olarak öne çıkıyor. Orta risk grubundakiler, iç kesimde olup yoğun nüfus barındıran ve yapı kalitesi karışık ilçeler (Bağcılar, Esenler, Gaziosmanpaşa, Beyoğlu, Şişli, Ümraniye vb.) şeklinde sayılabilir. Görece daha güvenli ilçeler ise fay hattına uzak, zemini sağlam ve nüfusu daha seyrek olanlar (Çatalca, Şile, Sarıyer, Beykoz gibi) olarak belirtilebilir. Ancak “daha güvenli” denilen bu ilçelerde bile bireysel yapılar bazında sorunlar olabileceği unutulmamalıdır.
İstanbul için beklenen büyük deprem bir kader değil; doğru politikalar ve önlemlerle bu felaketin etkileri azaltılabilir. Resmi kurumların raporları ve uzmanların uyarıları bizlere açık bir yol haritası sunuyor: Zemin etüdüne uygun yapılaşma, eski binaların hızlıca yenilenmesi, bireysel ve kurumsal hazırlıkların artırılması. İstanbul’da yaşayan herkesin, kendi oturduğu binadan mahallesindeki toplanma alanına kadar bu hazırlıkların farkında olması önemli. Büyük deprem geldiğinde can ve mal kaybını en aza indirmek için zamanında harekete geçmek gerekiyor. Unutulmamalıdır ki deprem değil, hazırlıksızlık öldürür. Bu kapsamlı seferberlik hem merkezi idare hem yerel yönetimler hem de vatandaşların işbirliğiyle yürütülürse, İstanbul olası felakete karşı çok daha dirençli hale gelecektir.
Bu haber yapay zeka destekli olarak hazırlanmıştır. Raporlar ve analizler gerçeğe dayanmaktadır. Deprem gerçektir, önlem de öyle.
Futbolseverler bir maçı izlerken sadece oyuna odaklanır. Oysa arka planda onlarca kamera, uzman ekipler ve teknolojik sistemler kusursuz bir yayın için çalışır. Peki bir futbol maçı kaç kamera ile çekiliyor?
Canlı futbol yayınları, spor dünyasının en çok izlenen ve en çok yatırım yapılan içerikleri arasında yer alıyor. Ancak milyonların izlediği bir maçın ekranlara bu kadar net, akıcı ve çok açılı şekilde yansıtılması; arkasında ciddi bir teknik organizasyonu barındırıyor. İşte bu organizasyonun en temel taşlarından biri: kameralar. Yayın kalitesi ve organizasyon büyüklüğüne göre değişse de, bir futbol maçında ortalama kaç kamera kullanılıyor?
Amatör ve yerel lig maçları (1–3 kamera)
Amatör karşılaşmalar ya da altyapı müsabakalarında çoğu zaman yalnızca tek bir kamera kullanılır. Bu kamera genellikle orta sahanın karşısına konumlandırılır ve geniş açıyla tüm oyunu çeker. Bazı durumlarda ikinci veya üçüncü bir kamera, kalelere yakın bölgelere ya da tribünlere yerleştirilerek destek sağlanır. Ancak tekrar, yakın plan ya da farklı açılar çok sınırlıdır.
Profesyonel Ligler (10–20 kamera)
Süper Lig, Premier League, La Liga gibi üst düzey liglerde ortalama 12 ila 20 kamera kullanılır. Bu kameralar farklı görevlerle yayını destekler:
Ana kamera (genel oyun görüntüsü)
Yakın plan kameralar (teknik direktör, oyuncular, kenar çizgi)
Gol çizgisi kameraları
Ters açı kameraları
Tribün kameraları
VAR sistemine bağlı sabit kameralar Bu tür yayınlarda tekrarlar, istatistikler ve slow-motion görüntüler için ayrı kameralar devrededir.
Uluslararası turnuvalar–Şampiyonlar Ligi–Dünya Kupası (30+ kamera)
Büyük organizasyonlarda ise yayıncılık adeta bir sanat halini alır. FIFA Dünya Kupası ya da UEFA Şampiyonlar Ligi gibi etkinliklerde 30 ila 40 kamera aynı anda çalışır. Kullanılan özel kamera sistemleri:
Spidercam: Sahanın üstünden kayan havadan çekim kamerası
Carver’s Angle: Teknik detayları yakalamak için düşük açı kamerası
Taktik kamera: Oyunun genel yapısını izlemek için tam saha görünümü sağlar
Super Slow-Motion: Kritik anları kare kare analiz için
Isı haritası ve yapay zekâ destekli analiz kameraları
Drone ve vinç sistemleri
Kameraların görev dağılımı
Her kamera bir görevle sahadadır. İşte bazı görev dağılımları:
Main Camera: Maçın temel görüntüsünü sağlar
Reverse Angle: Oyunu ters taraftan izlemek için kullanılır
Touchline Camera: Teknik alan ve oyuncu değişikliklerini çeker
Goal Line Camera: Topun çizgiyi geçip geçmediğini analiz eder
Stands Camera: Tribün atmosferi ve coşku görüntüleri için
Close-Up Camera: Gol sevinçleri, itirazlar, teknik direktör tepkileri
VAR (Video Yardımcı Hakem)
VAR sistemi, sahadaki yayın yükünü daha da artırır. Her kale çizgisi, ceza sahası, ofsayt çizgisi ve taç çizgisi belirli açılardan sabit kameralarla izlenir. VAR için ek olarak ortalama 8 kamera daha gereklidir.
Her gün sosyal medyada, sokakta ya da iş yerinde birilerini eleştiriyoruz. “Berbat bir film”, “hiç komik değildi”, “bu ne biçim müzik?” gibi yorumlar havada uçuşuyor. Peki, bu söylediklerimiz gerçekten birer eleştiri mi? Yoksa sadece şikâyet mi?
Eleştiri; bir yapıtı, fikri, davranışı ya da olayı belirli ölçütler doğrultusunda incelemek, artılarını ve eksilerini ortaya koymak ve bunu anlamlı bir bütün hâline getirmektir. Yani sadece “beğendim” ya da “nefret ettim” demekle olmuyor. Eleştiri, bir çeşit röntgen gibi: Görünmeyeni açığa çıkarıyor, ama bunu sadece bakarak değil, düşünerek yapıyor.
Nasıl yapılır?
Gözlemle başla: Ne gördün, ne duydun, ne hissettin?
Nedenini düşün: Beğendiysen ya da beğenmediysen, neden? Duygularını değil, gerekçelerini anlat.
Bağlam kur: O şeyi benzerlerinden ayıran ya da onlara bağlayan ne var? Bir tiyatro oyununu değerlendiriyorsan, sahne tasarımı, oyunculuk, metin gibi alanlara bak.
Saygılı ol ama dürüst kal: Eleştiri, linç değildir. Eleştiri, “bu çok kötü çünkü ben öyle dedim” demek değil; “şu nedenle eksik kaldığını düşünüyorum” diyebilmektir.
Diyelim ki bir arkadaşın sana “yeni yazdığı kısa hikâyesini” gösterdi. Eserin adı “Gökyüzüne Bakarak Ağlayan Adam” ve sen en de okudun.
Kötü eleştiri şudur:
“Kanka bu ne ya? Wattpad hikayesi gibi?”
İyi eleştiri şudur:
“Hikâyenin duygusal yoğunluğu anlaşılabilir ama karakterin her paragrafta gökyüzüne bakıp ağlaması, dramatizmi biraz fazla zorluyor. Belki duyguyu her satırda dikte etmek yerine okuyucunun hislerini okuyucuya bıraksan daha etkileyici olurdu. Ayrıca “gözleri umutla doldu” ifadesi beş kez kullanılmış ve tekrara düşmüşsün. Onun dışında iyi yaptığın kısımlar da var: Bilinmeyen veya az duyulmuş kelimeleri yıldızlayıp anlamını düzgünce açıklaman ve hikayenin sonu çok etkileyiciydi.
Peki herkes eleştiri yapabilir mi?
Evet, ama herkes iyi yapamaz. Çünkü iyi eleştiri, bilgi ve dikkat ister. Yani Twitter’da rastgele cümle kurmakla “eleştirmen” olunmuyor. İyi bir eleştirmen, bir eseri hem sevip hem de yapıcı şekilde sorgulayabilir. Hem kendi zevkinden hem de genel geçer ölçütlerden haberdar olur. Ve en önemlisi, bağırmaz, analiz eder.
Eleştiri, sadece sanatçılar ya da akademisyenler için değil. Hepimiz için. Daha iyi düşünmek, daha iyi üretmek, daha iyi tüketmek için. Çünkü sadece beğenmek yetmez; neyi neden beğendiğimizi bilmediğimiz sürece, fikirlerimiz çöp yığınına dönüşür.
Bu site birtakım çerezler kullanır
En iyi deneyimleri sunmak için, cihaz bilgilerini saklamak ve/veya bunlara erişmek amacıyla çerezler gibi teknolojiler kullanıyoruz. Bu teknolojilere izin vermek, bu sitedeki tarama davranışı veya benzersiz kimlikler gibi verileri işlememize izin verecektir. Onay vermemek veya onayı geri çekmek, belirli özellikleri ve işlevleri olumsuz etkileyebilir.
Fonksiyonel
Her zaman aktif
Teknik depolama veya erişim, abone veya kullanıcı tarafından açıkça talep edilen belirli bir hizmetin kullanılmasını sağlamak veya bir elektronik iletişim ağı üzerinden bir iletişimin iletimini gerçekleştirmek amacıyla meşru bir amaç için kesinlikle gereklidir.
Tercihler
Teknik depolama veya erişim, abone veya kullanıcı tarafından talep edilmeyen tercihlerin saklanmasının meşru amacı için gereklidir.
İstatistik
Sadece istatistiksel amaçlar için kullanılan teknik depolama veya erişim.Sadece anonim istatistiksel amaçlar için kullanılan teknik depolama veya erişim. Mahkeme celbi, İnternet Hizmet Sağlayıcınızın gönüllü uyumu veya üçüncü bir taraftan ek kayıtlar olmadan, yalnızca bu amaçla saklanan veya alınan bilgiler genellikle kimliğinizi belirlemek için kullanılamaz.
Pazarlama
Teknik depolama veya erişim, reklam göndermek için kullanıcı profilleri oluşturmak veya benzer pazarlama amaçları için kullanıcıyı bir web sitesinde veya birkaç web sitesinde izlemek için gereklidir.
En iyi deneyimleri sunmak için, cihaz bilgilerini saklamak ve/veya bunlara erişmek amacıyla çerezler gibi teknolojiler kullanıyoruz. Bu teknolojilere izin vermek, bu sitedeki tarama davranışı veya benzersiz kimlikler gibi verileri işlememize izin verecektir. Onay vermemek veya onayı geri çekmek, belirli özellikleri ve işlevleri olumsuz etkileyebilir.